Premier League etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Premier League etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ağustos 2010 Perşembe

Trabzon'a Gelirken, Liverpool

Hayatını tribünlere adamış futbolseverlerin Liverpool için daima içinde beslediği bir sevgi vardır. You Will Never Walk Alone çığlıklarıyla inleyen Anfield Road'da o anı yaşamak bir çoğumuzun hayalidir şüphesiz.

Peki Liverpool taraftarının hayali nedir? Torunlarına anlatacakları ve benzerine bir daha rastlanma olasığının çok düşük olduğu, İstanbul'da kaldırdıkları Şampiyonlar Ligi kupası onlar için yeterli mi? Bir çoğumuz için bu kesinlikle yeterli belki ama onlar için yeterli olmadığı, hayallerinin en tepesinde Premier Lig şampiyonluğu olduğu gün gibi aşikar.

Toplamda 18 kez şampiyonluk yaşamış ancak en son 1989-1990 sezonunda kupayı kaldırmış Kırmızılar'ın çektiği hasreti benzer bir hasreti 14 sene boyunca çekmiş biz Galatasaraylılar anlar belki de en iyi.

Liverpool, bu hasrete son vererek taraftalarının hayallarini gerçekleştirmeye çok ama çok yaklaşmıştı 2 sene önce. Çoğu futbolsever geçtiğimiz sezonu bu hasretin sona erme ihtimalinin en yüksek olduğu sezonlardan biri olarak yorumluyordu sezon başlamadan önce. Ama kötü başlanan ve kötü bitirilen bir sezon sonrasında Şampiyonlar Ligi vizesi bile alamayıp kendilerini Avrupa Ligi elemelerinde buldu Liverpool taraftarı.

Peki ya bu sezon?... Rafa Benitez'in kaçarcasına gidişi sonrası takımı devralan Roy Hodgson'ın işi geçmişte olduğundan da zor. Sezon başında, Rafa'nın yanı sıra Albert Riera da kaçıp Olympiacos'un yolunu tuttu. Üstüne karşılığında Poulsen (!) alınsa da Aquilani gibi bir ön libero Juve'ye kiralandı. Hali hazırda da Javier Mascherano'yu büyük kulüplere pazarlamaya çalışan bir Liverpool yönetimi ile karşı karşıya Hodgson. Javier için Barcelona dedikoduları dolaşırken, Rafa araya girip hem Javier hem de Kuyt için Liverpool'un kapısını çalmaya hazırlanıyor. Rafa, bu iki oyuncuyu İtalya'ya götürürse, üzerine bir de çeyrek depoyla (Mascherano, Gerard, Torres ve Agger yok) mücadele edecekleri Trabzonspor karşısında mağlubiyet alıp Avrupa Ligi'ne veda ederlerse, Roy Hodgson dükkanı kapatıp gitsin bence. Çünkü mu mağlubiyetin sonucunda transfer sezonu kapanmadan Torres'in de takımdan ayrılması içten bile olmaz.

Anlayacağınız, içindeki Liverpool aşkı yüzünden Real Madrid'i geri çeviren Gerrard'ın zaten hali hazırda çektiği açısı daha da artacak, taraftarların kurdukları hayallerin gerçekleşme olasılığı ise daha da azacak. Ama eminim ki herşeye rağmen Anfield Road "You Will Never Walk Alone" nidalarıyla yankılanmaya devam edecek.

4 Nisan 2010 Pazar

Duvarları Maviye Boyamak

Avrupa liglerinde artık dananın kuyruğunun kopacağı dönemlere giriyoruz yavaş yavaş. Geçen hafta Galatasaray – Fenerbahçe ve Roma – Inter mücadeleleriyle başlayan bu periyoda bu haftaya da Manchester United – Chelsea mücadelesini sığdırdık. Artık hepinizin bildiği gibi The Blues taraftarıyımdır bendeniz. O yüzden bu haftaki 3 puan, geçen haftaki derbi mağlubiyetinin üstüne çok güzel geldi bünyeye.

Ancelotti’nin Aston Villa karşısında alınan 7-1’lik galibiyetten hemen sonraki açıklamalarından bu haftaki mücadelede yüksek tempo beklemememiz gerektiğini anlamıştım. Karşı takım filelerine tam 7 gol gönderen Chelsea’nin tabir-i caizse dangalak (!) hocası, hücum futbolunu, bol gölü sevmediğini, oyun anlayışının gol yememek üzerine kurulduğunu söyledi röportajında. Bu bana Galatasaray’ın şu andaki durumu hatırlatıyor. Lige fırtına gibi giren, her maç kalesinde gol görmesine rağmen maçlarda en az 3 gol atarak puanları toplayan Galatasaray’da işler gol yememe üzerine çift ön liberolu sisteme geçiş ile kötüye gitmeye başlamıştı. Aynı şeyin Chelsea için de geçerli olduğunu söylemem gerek. Chelsea’de her şey gayet iyi giderken, Ancelotti’nin puan farkını korumak için risksiz futbol oyun anlayışına geçmesi Manchester United ile Arsenal’i bir anda potaya soktu. Allah’tan bu duruma futbolcular direnç gösterip dünkü maç öncesindeki son iki haftada toplam 12 gol bıraktı rakip filelere. Sırf bu direnç yüzünden herkes bol gollü ve yüksek tempolu bir maç bekliyordu iki dev takımdan. Ama pek de öyle olmadı. Ancelotti, ilk yarıda gol yemeden gol bulma stratejisini uyguladı ve Manchester United’ı kilitlemeyi de başardı, üstüne bir de Joe Cole ile golü bulunca daha da abartıp tüm takımı savunmaya çekti. İşte bu da tempoyu düşürdü ve ilk yarıda uyuyan United’ın uyanmasına yol açtı. Kırmızı Şeytanlar yüklenirken, o Anelka’yı oyunda tutmaya devam etti ve sırf bu yüzden 10 dakika kendi sahasından rakip sahaya adım atamadı takım. Sahadaki futbol, Drogbaaaaa diye bağırıyordu bu 10 dakika içinde. Ve çok şükür bu İtalyan da sesi duydu ve Drogba’yı sürdü oyuna. Bu değişiklik ile birlikte her atakta hücüma katılan Vidic, Drogba korkusu yüzünden savunmadan çıkamaz oldu ve oyun tekrar dengeye oturdu.

Tam da bu dakikalarda her ne kadar ofsayt olsa da Drogba’nın ağlara gönderdiği gol geldi ve koltuğuma uzanıp derin bir ohh! çektim. Ama o kadar uzun süren ir ohh! çekmişim ki, tam bitirdiğimde Manchester’in golü geldi. Ve son 5 dakika kabus gibi geçti. Şükürler olsun ki, bir kaza kurşununa maruz kalmadan Maviler maçı alıp, ceplerinde 3 puanla memlekete döndüler.

Benim için alınan üç puandan çok, Alex Ferguson’un maçtan sonra yapacağı açıklamalar önem taşıyordu. Bu sezon hakemler sayesinde en az 10 puanı hanesine yazdıran Alex’in, her mağlubiyet sonrası hakeme yağdırma politikasının bir örneğini yaşayacağımızdan emindim. Ferguson maçta sonra, hakemlere bol bol yüklendi ve böyle hata yapan hakemlerin neden hala hakemlik yapabildiklerinin sorgulanması gerektiğini söyledi. Ama ofsayttan gelen golün öncesinde maçın 1-0 Chelsea üstünlüğü ile devam ettiğinin farkında değildi sanırım kendileri

Sonuç olarak biz aldık 3 puanı dönüyoruz evimize hem de Old Trafford’un duvarlarını maviye boyayarak.

13 Mart 2010 Cumartesi

The Blues Festival

Başlığı atarken gerçekten de çok düşündüm çünkü Malouda bugünkü futboluyla tek başına manşetlere çıkmayı hak etmişti sonuna kadar. Ama The Blues’a olan düşkünlüğüm kişilerin önüne geçti yine ve Malouda’nın güzel oyununu da Chelsea’ye yorup, tüm takıma ilişkin bir başlık atmış buldum kendimi.

Chelsea’ye olan sevgimi çoğu arkadaşım yadırgıyor senelerden beri. Galatasaray taraftarı olup, 5-0’lık maçı gözleriyle gören ve bu acıyı bizzat yaşamış olan biri nasıl olur da Chelsea’yi destekler diye sorup dururlar bana her fırsatta. Bense her seferinde en baştan anlatmaya çalışıyorum bu sevginin nereden geldiğini. Öncelikle Chelsea’nin de tıpkı Galatasaray gibi 1905 yılında kurulduğundan başlayıp, futbolun gerçekten ne olduğunu yeni idrak etmeye başladığım ortaokul çağımın başlangıcında Zola’ya olan sevgim sayesinde bu takıma sempati duyduğumu anlatıp duruyorum. 1997 yılında Zola’lı Chelsea’nin FA Cup’ı aldığında bu maçı uydudan izlediğimi, 1998 yılındaki Uefa Kupa Galipleri Kupası’nı TRT’den takip ettiğimi de belirttiğimde anlıyorlar az çok bu sevginin çok öncelerden başladığını.

Henüz 26’sını devirmemiş olan Trabzonsporlu taraftarların dünya gözüyle bir şampiyonluk görmek istemelerine benzer şekilde ben de uzun süre Chelsea’nin şampiyonluğunu bekledim uzun bir süre. Allah’tan, Trabzonsporlu arkadaşlarımızdan daha şanslıydım ki Mourinho sayesinde şampiyonluk görmüş oldum.

İşte bu Chelsea, onlara duyduğum sevginin temel taşlarını atan Gianfranco Zola’nın çalıştırdığı West Ham United’ı Malouda’nın sol kanadı otobana çevirdiği ve Jonathan Spector’ın pestilini çıkarttığı, 2 gol attırıp bir de kendisinin attığı bir performans sergilediği Londra derbisi sonunda 4-1 ile geçip, Zola’yı eli boş, boynu büküp uğurladı evine. Bende ise, yine takım sevgisinin galip gelmesi nedeniyle, maç sonunda Zola’yı kendi üzüntüsü ile baş başa bırakıp galip gelen taraf olmanın verdiği mutluluğu yaşıyordum o anlarda…

7 Mart 2010 Pazar

The Captain

Saha dışı umrumda değil, önemli olan sahada, o çimlerin üstüne yaptıkların...

Seviyoruz seni Terry...

Yazı ile: yalnız beş...

Bazı takımlar için kendi evlerinde oynadıkları maçlar bambaşka olur. Bu takımlardan bırakın 3 puanı, 1 puan almak bile mucizedir. İşte Everton Aralık 2009'dan beri bu role büründü ve zindan oldu misafir takımlar için. Ligde kendi sahalarında oynadıkları son 8 maçı kaybetmediler. Hem de bu süreç içinde Manchester'ın iki düşman kardeşi United ve City'i ile Chelsea'yi evlerine elleri boş karınları tok gönderdiler.

İşte bu Everton, bugün yine acımadı ve 5 gol ile Goodison Park'ın çimlerine gömdü Hull City'i. Yakubu'nun kaçırdığı penaltı dahil en az attıkları kadar da net gol pozisyonunu harcadılar. Everton bugün galibiyetin yanında Mikel Arteta'yı da geri kazanmış oldu. İspanyol uzun süren sakatlığı sonrasında 2 gol ile kendine gelmiş oldu. Bu arada, Arteta'ya harika bir asist yapan Steven Pienaar ile harika bir gole imza atan Donovan'ı da unutmamak lazım...

Thomas Vermaelen

Arsene Wenger, sezon başında Vermaelen'i takıma katmak için ödediği astronomik bonservis bedeli yüzünden tepkilere maruz kalmıştı. Kasasında sınırsız paraya sahip takımlarından yıldız futbolcu transferi bekleyen taraftar için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu bu genç Belçikalı'nın transferi. Ancak, lig başlar başlamaz fikirleri değişmeye başladı yavaş yavaş. Sezonun ilk yarısında kritik zamanlarda kritik müdaheleleri bir kenara bırakın, maçların en kritik anlarında skoru değiştiren adam oldu çoğu kez. Bir defans oyuncusunun bir sezonda ortalama 1-2 golü olurken, Vermaelen daha sezonun bitmesine 10 hafta olmasına rağmen 7 gol gönderdi rakio filelere. Şimdi herkes Thomas'ın Premier Lig'in bir sezonda en fazla gol atan defans oyuncusu rekorunu ele geçirip geçiremeyeceği konuşuyor.

Rekor, 1995-1996 sezonunda West Ham United'ın defans oyuncusu Julian Dicks'e ait. Takımın penaltıcısı olan Dicks, bunun da yardımıyla attığı 10 gol ile en golcü defans oyuncusu statüsünde halihazırda. Bu rekoru kırmaya Joleon Lescott 2007-2008 sezonunda attığı 8 gol ile çok yaklaşmış ancak başarılı olamamıştı.

Bakalım Vermaelen bu rekoru kırabilecek mi?

6 Mart 2010 Cumartesi

Düşmeyen Portsmouth İstiyoruz...

Hafta içi mali borçlar yüzünden kayyuma devredilen Portsmouth'un Premier Lig'de tutunması çok zor gözüküyor. Çünkü, Diyarbakırspor'un Turkcell Super Ligi'nde bir saniye bile kalmayı haketmemesine rağmen hala küme düşürülmediği, tek bir puanının bile silinmediği Türkiye'nin aksine, futbolun mabedi İngiltere'de futbol federasyonu yüksek 9 puanını silinecek Portsmouth'un.

Bu haftaki kayyum haberine kadar Portsmouth'un Premier Lig'de tutunacağına yürekten inanıyordum. Son 6-7 haftada dışarıda olan bitene kulaklarını tıkayıp var güçleriyle ligde tutunmak için çalışan ve savaşan bir takım vardı her maçta sahada. Ve sadece 5 puan fark kalmıştı 17. sıradaki Wolverhampton ile aralarında...

112 yıllık asaletiyle Pompey'i teknik kadro, futbolcular ve taraftarlar ligte tutacaklardı. Ne yazık ki mucize gerçekleşmeyecek artık. Aptalca yönetim politikaları yüzünden seneye Championship'te izleyeceğiz kendilerini...

Ama Emre'nin gönlü ve içindeki futbol aşkı Pompey'den bambaşka bir mucize, bir savaş ve bir kahramanlık bekliyor. Bugün Birmingham'ı 2-0'la geçip adlarını yarı finale yazdırdıkları FA Cup'da Wembley'e kadar gidip o kupayı kaldırmalarını...

12 Aralık 2009 Cumartesi

Saha'nın Sırtı

Stamford Bridge deplasmanında Everton'a 1 puanı getiren golün fotoğrafı budur. Drogba serbest vuruştan gelen topu kafa ile uzaklaştırmak istiyor ama Saha'nın sırtı buna engel oluyor. 64. dakikada gelen bu gol ile skor tabelası artık 3-3'ü gösteriyor.

Cech: Noluyo Lan?

Bir önceki postumda futbola doyacağım bir hafta sonunun başladığını söylemiştim. Stoke City - Wigan maçını zevkle izlerken bugün oynanacak diğer maçlarda da en az bu kadar tempolu ve güzel futbol izleriz diye düşünmüştüm. Futbol tanrıları duymuş olacaklar ki Chelsea - Everton maçını bağışladılar bana ve sizlere.

Daha 12. dakikada Saha'nın kafa vuruşu sonrasında direkten dönen top Cech'in sırtına çarpıp ağlarla buluştu. Acıların çocuğu Cech yine şanssız bir gol gördü kalesinde. Ama bu gol sadece bir başlangıçmış meğer.

Chelsea 1-0 geriye düştükten sonra adeta tek kale oynadı ilk yarıda ve Everton'ı sahadan sildi. Bir sağdan geldier, bir soldan. Bir Drogba vurdu bir Anelka. Everton bu baskıya dayanamadı ve önce Drogba'nın harika plasesine daha sonra da Anelka'nın çok az futbolcunun becerebileceği vuruşuna engel olamadı. Chelsea futbolcularını attıkları iki gol tatmin etmemiş olacak ki tempo yapmaya devam edip Everton kalesini top atışına tuttular. Ama ilk yarının son anlarında saçma sapan bir gol yediler ve 2-2 ile soyunma odasının yolunu tuttular.

Maviler ikinci yarıya da baskı ile başlayıp Everton'a top göstermeyerek kaleyi dövmeye devam ettiler. Nitelim Drogba'nın golü ile de öne geçtiler. Bu gol sonrasında maç 5-2'ye kadar gider diye düşünmüştüm. Ama Ballı Saha yine bir duran top sonrasında takımına beraberliği getirdi. Bir duran topta ceza sahasına şişirilen topta Drogra kafayı vurdu, top bu Saha'nın sırtına çarpıp Cech'in üzerinden süzülerek ağlarla buluştu.

Bu acaip gol sonrasında Kerpeten Ali'nin meşhur repliğini söylermiş gibiydi Cech'in yüzündeki şaşkınlık ifadesi.

Cech: - Noluyo lan?.

Ancelotti bu gol ile 3-3'e gelen maçı çevirmek için çok çalıştı ama bu kadar şanslı bir Everton'ı yenmeleri pek mümkün gözükmüyordu. Nitelim maç sonunda da tabeladaki skor değişmemişti. Maça damgasını vuran ise iki sırt golü izlemiş olmamızdı...

Stoke City vs. Wigan Athletic

Futbola doyacağım cumartesi günü için çok güzel bir başlangıç oldu bu zevkli mücadele. İlk 20 dakikasında hakem oyun temposunu düşürmek için herşeyi yapsa da temponun yükselmesine engel olamadı ve güzel bir maç izleme şansı buldum.

Tuncay'ın deli danalar gibi koştuğu ve harika bir gol attığı maçta acaip şeyler oldu. Stoke City ikinci yarının başlama vuruşu ile beraber Wigan karşısında inanılmaz baskılı oynadı, Tuncay ve Fuller ikilisi en az 4-5 pozisyonu heba etti ama Wigan öyle bir zamanda öyle bir golle öne geçti ki Stoke şehri bir anda dondu kaldı. Maynor Figueroa orta sahanıın 5-6 metre önünden öyle bir serbest vuruş kullandı ki top ağlarla buluştuğunda kimse golün geldiğine inanamadı. Bazılarınız Bülent Korkmaz'ın Ali Sami Yen'de Diyarbakırspor'a attığı golü hatırlarlar. İşte Figueroa'nın golü ile bu golün ters açıdan izlemiş gibi olduk.

Bu gol sonrasında Stoke şoku çabuk atlatıp Ryan Shawcross ile Figueroa'nın harika golünden sadece 2 dakika sonra beraberliği yakaladı ve golün hemen ardından yine Tuncay ve Fuller ile mutlak gol şanslarını haybeye harcamaya başladı. Ben de maç Wigan'a dönüyor diye düşünmeye başlamıştım. Zaten Wigan az kalsın haklı çıkartacaktı beni. Son dakikalarda bir penaltı kazanıp (ki penaltı pozisyonun kahramanı %100 ofsayt) topu Sorensen'e (ki Sorensen de penaltı kullanılırken kale çizgisinin 2 metre önünde) nişanlamasalardı, Stoke son ve çok acı bir şok ile karşı karşıya kalacaktı.

Sonuç olarak Stoke kendi evinde iki puan bıraktı ama Tuncay'ı kazandı. Stoke taraftarı maç boyunca Tuncay lehine tezahuratlar yapıp, kendisine olan sevgilerini gösterdiler. Tuncay da onların yüzünü kara çıkartmamak için çok çalıştı. Tony Pullis bu saatten sonra Tuncay'ı kolay kolay harcayamayacaktır.

2 Aralık 2009 Çarşamba

El Classico ve Kız İsteme

Bayram öncesindeki iki hafta gerçekten iş anlamında çok yoğun bir dönemdi benim için. Aslında 6 ay sürecek çok yoğun bir dönemin başlangıcıydı. Bu süreçte bloga yeterli önemi veremedim. Bu yoğunluğun neden olduğu zihinsel ve fiziksel yorgunluktan kurtulmak için harika bir fırsattı bayram benim için. Ancak, bayramın gelmesini iple çekmemin en önemli nedeni anne ve babaya duyulan özlemdi.

Her ne kadar bayram süresince muz orta ve gooool yazısız kalsa da, bayram süresince futboldan uzak kaldığım anlamına gelmemeli yukarıda saydığım nedenler. Blog’un öksüz kalmasının tek nedeni, canım ailemin teknoloji ile aralarının iyi olmaması nedeniyle koca 4 günü internet bağlantısı olmadan geçirmemdi.

İnternet olmadığı için maçları elimde not defteri ile izledim bir teknik direktör nidasıyla. Önce Bursaspor – Galatasaray maçı ile başladı hafta sonu futbol. Bu maç hakkında uzun uzun konuşmanın bir manası da yok aslında. Zevksiz, beraberlik kokan bir maç izlettirdiler bizlere. Büyük bir heyecanla tuttuğum not defterim maç bittiğinde yine bembeyaz sayfalardan ibaretti sadece.
Ama futbol tanrıları bu maçta çektiğim ızdırabı görmüş olacaklar ki, cumartesi günü önce W.Bremen – Wolfsburg ile Porstmouth - Manchester United maçları, daha sonra Aston Villa – Tottenham mücadelesini hediye ettiler bana. Bu son maç gerçekten harika bir tat bıraktı damağımda. İnanılmaz bir tempo, gol pozisyonları ve goller. Bu maç beni o kadar bağladı ki kendine, Fenerbahçe – Kasımpaşa maçının ilk 60 dakikalık bölümünü bölük pörçük izlemek zorunda kaldım ve Volkan’ın muhteşem performansını banttan izlemeye mahkum oldum.

Fenerbahçe’nin tam anlamıyla rezil futbol sergilediği son 30 dakikayı üzülerek izledim. Kasımpaşa akıllı ve korkusuz futbol oynadı ancak Daum’un bu takıma yaptıkları da Yılmaz Vural’ın ekmeğine yağ sürdü. Türkiye’nin en büyük iki takımından birinin böyle futbol oynamaya hakkı olmamalı kesinlikle. Büyük takım orta sahayı monopol haline getirip kendi çalıp kendi oynamalı, defans hattı OGS gişesi gibi değil, trafik kontrol noktası gibi çalışmalı bence. Ama Fenerbahçe bu saydıklarımdan herhangi birini birkaç dakikalık süre olsa bile beceremedi.

Cumartesi gecesi finalini Valencia’nın ve Sevilla’nın aptalca puan kayıpları ile yaptık ailecek. Valencia, Mallorca karşısında 1-0 öne geçtikten sonra oyunu yavaşlatıp maçın bu skorla bitmesi için çalışıp çabaladı ama Mallorca son 10 dakika içinde bulduğu gol ile El Classico’nun olduğu hafta sonunda Valencia’ya şımarma! mesajı verdi. Sevilla maçında da ayrı enteresanlıklar oldu. İlk yarıda Malaga’yı yiyip bitirir dediğim Sevilla soyunma odasına 2-0 geride girdiğinde idrak edebildi bu maçın önemini. İkinci yarıda tek kale oynayıp, baskının kralını yaptılar ama sadece 2-2’ye getirebildiler maçı.

Gelelim Pazar gününe… Everton – Liverpool derbisi ile başlayıp Arsenal – Chelsea derbisi ile devam edecek ve El Classico ile final diyecek Pazar gününe. Yakın arkadaşlarımızın nişanlanacak olması nedeniyle sabahın erken saatlerinde düştüm yollara ve Premier Lig’in iki derbi mücadelesini kaçırdım göz göre göre. Üstüne bir de El Classico’yu da %99 kaçıracaktım kız isteme faslı yüzünden.

Ama, ama beklenen olmadı çok şükür. Erkek tarafı gelmeden önce gidip yerimizi aldık nişan evinde. Gelin kızımızın kuzeni süper bir hamle ile salonun köşesinde duran televizyonu açıp El Classico için uzandı kumandaya. O dakikada bütün dualar erkek tarafının rötarlı olarak gelmesi ve ilk 45 dakikayı doya doya izlemek içindi. Ama damat ve ekibi maçın 20. dakikası oynanırken girdi kapıdan. El öpme, tanışma falan derken 10 dakika uçup gitti. Sonrasında ise totem yazımın kahramanı arkadaşım ile en uca geçip sinsi sinsi izlemeye çalıştık maçı. Misafirler fark etmesin diye fısıldayarak kritikler yapıp gol pozisyonlarında cool (!) takıldık. Nitelim, Real Madrid’in üstün oyununa rağmen ilk yarı berabere bitince (Ronaldo’nun kaçırdığı inanılmaz pozisyon yüzünden) 15 dakikalık kahve molası verdik.

İkinci yarıyı başlatan düdük çalmadan hemen önce kız isteme kısmına geçildi. Gelinin babasının saydığı koşullara kayıtsız şartsız evet diyen ve babaya istediği sözü veren damat cümlesini bitirdiğinde alkışlar ile çığlıklar, hıçkırıklar ile göz yaşları hakimdi ortamda.

Sonraki dakikalarda maça dönüp, en kuytu köşede maçı izlemeye çalıştık arkadaşlarla. Bir ara muhabbete dalıp gözümüzü televizyondan ayırmıştık ki, damat bir anda “Golll!! Barcelona attı golü!” diye bağırıncaya kadar. Kızı isteyen ve zor da olsa alan damat, bunun verdiği rahatlıkla maç izlemeye koyulmuş meğer...

Bütün yakın arkadaşlarım, Ibra’nın dünya üzerinde en çok beğendiğim ve sevdiğim futbolcu olduğunu, Barcelona’nın ise en sevmediğim takımlar arasında yer aldığını bilirler. Sezon başında Katalanlar transfer bombasını patlattığında büyük üzüntüye boğulmuştum sırf bu yüzden. Benim açımdan, Metin Oktay’ın Fenerbahçe’de ya da Rıdvan Dilmen’in Galatasaray’da oynamasından farksız bir durum bu. Zaten kafamdaki en önemli soruydu bu sezon başında. Ibrahimovic yüzünden Barcelona’yı daha çok sevme ihtimalim olabilir mi yoksa Ibra’ya olan sevgimin azalması olası mı?. Ama zaman geçtikçe baktım ki her ikisi de olasılık dahilinde değildi. Ta ki, Real Madrid maçına kadar. Zlatan’ın güzel vuruşu için tek kelime edemem ama gol olduğunda ağzımdan dökülen ilk sözler “bal gibi ofsayt be abicim” oldu. Yani içimdeki Barca nefreti ile Real Madrid sevgisi Ibrahimovic sevgimi ezdi geçti. Gole o kadar çok üzüldüm ki nişan yüzüklerinin takılışını kaçırıp sadece kurdela kesimine şahitlik edebildim.

Gece bittiğinde beni üzüntüğe boğan duygusal anların yaşandığı nişan töreninin yerine Real Madrid’in belki de Barcelona’ya karşı son 3-4 senedir en iyi futbolunu oynamasına rağmen mağlup olmasıydı…

17 Kasım 2009 Salı

Heykel Dediğin Böyle Olur...

Sir Tom Finley, İngiliz futbolunun yetiştirdiği en büyük yeteneklerden. İngilizlerde saygı sonsuz, yetenek sınırsız (!) olduğu için yukarıdaki fotoğrafı almış heykel yapmışlar.

Türk futbolunun bugünlere gelmesinde büyük katkıları olan nice yeteneklerin anısına heykel dikmeyi bırakın bazen jübile yapmayı bile çok gören yöneticilerimiz ders alsınlar...

10 Kasım 2009 Salı

Rafa Benitez

Liverpool'un Anfield Road'da Birmingham City ile 2-2 berabere kaldığı maçtan sonra yazmak istemiştim aslında Rafa Benitez hakkında bir kaç satır. Ancak, denetçilerin muzdarip olduğu iş hayatındaki yoğunluk sebebiyle uzun süre zaman ayıramadım blog sayfama. İş hayatının bünyede yarattığı stresi tek kalemde atmamı sağlayan yazılarımı aksattığım için klavyeden uzak geçirdiğim her saat, her gün için önce üzüldüm, sonra da kızdım kendime. Ama ne yazık ki 1 hafta boyunca tek kelam edemedim futbola dair. İş hayatının getirdiği yoğunluk ve stresi bir kenara bırakıp futbola dönelim biz en iyisi.

Rafa Benitez Liverpool'a imza attığında her ne kadar iki İspanya Ligi şampiyonluğu ve bir UEFA kupası şampiyonluğu ünvanlarını taşısa da İngiliz medyası tarafından yadırganan bir hamle olmuştu. José Mourinho'nun Chelsea'si karşısındaşampiyonluk yolunda hiç bir şans tanınmayan Benitez'i zor bir sezon bekliyordu. Liverpool macerasının ilk aylarında Gerrard'ı Chelsea'ye kaptırmamak için o kadar çok uğraştı ki, bu arada Michael Owen'ın ellerin arasından kayıp Real Madrid'in yolunu tutmasına engel olamadı. Ligde ilk haftalardaki puan kayıplarıyla bir anda yarıştan kopan Liverpool Şampiyonlar Ligi maçlarında gösterdiği insanüstü performans ile sürpriz sayılabilecek galibiyetler alarak yoluna devam ediyordu. Ancak, sürpriz galibiyetlerin Chelsea ile oynanacak olan yarı final mücadelelerinde son bulacağı düşünülüyordu. Ta ki, Liverpool adını İstanbul'daki finale yazdırana kadar.

Benim de aralarında bulunduğu çoğu futbolsever Liverpool'un bu noktaya büyük bir şans eseri ulaştığını ve AC Milan karşısında hezimete uğrayacağını düşünüyordu. Nitelim maçın ilk yarısındaki Milan rüzgarı sonrasında herkes çekirge bir daha sıçrayamadı diye geçiriyordu içinden. Fakat, hepimize kapak olurcasına Liverpool ikinci yarıdaki oyunu ile kupayı kaldırdığında hepimiz mucizenin nasıl doğduğuna şahit oluyorduk.

Rafa, Anfield Road'daki ilk sezonu sonunda Uefa Şampiyonluğu madalyasının yanına bir de Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu madalyasını da asmış olmanın gururu ile yeni sezona yüksek bir transfer bütçesi ile ödünlendirildi. Ama "paraları paraları saç saç saç" stratejisi sonucunda transfer sezonunu başarısız bir şekilde kapatıp Premier Lig şampiyonluğuna da daha lig başlamadan elveda dedi. Sezonu 2006 yılı FA Cup Şampiyonu olarak bitirmeleri hem Liverpool taraftarını hem de Liverpool medyasını tatmin etmedi. Zaten, o gün bugündür kupaya hasret kaldı Reds.

Liverpool'daki son üç sezonda boşa harcadığı paralar yüzünden bu sezon başında Xabi Alanso, Arbeloa gibi yıldızlarını kaybetmek ve kısıtlı tranfer bütçesi yüzünden önemli transfer gerçekleştirememek zorunda kalan Rafael Benitez için çanlar çalmaya başladı. Sezon başından beri berbat futbol oynattığı takımının her puan kaybı sonrası mazeretler üretmeye çalışan, bazen de futbolcularını suçlayan Benitez kendisini kör kuyulara attırmak için elinden geleni yapıyor. İşte bu yüzden, Premier Lig'de üst üste puan kayıplarının yanı sıra, Şampiyonlar Ligi'nde tur şansını mucizelere bırakan Liverpool'da ani bir kan değişikliği gerçekleşme olasılığı her geçen gün artıyor. İngiliz gazetelerinden okuduğum bazı haberleri de dikkate alırsak bir teknik direktör için en büyük tehlike olan takım içinde huzursuzluk baş göstermeye başlamış ve bu huzursuzluklar sonucunda genellikle teknik direktörler için "The End" olur.

Bekleyip göreceğiz...

5 Kasım 2009 Perşembe

1 Serbest Vuruş ve 4 Kaleci

Fotoğraf Berbatov'un Tottenham Hotspur forması giydiği döneme ait, pek yeni sayılmaz yani. Spurs ile Arsenal ile Kuzey Londra derbisinde Emirates stadında karşılaşıyorlar. Skorboard 5. dakikayı gösteriyor. Top Berbatov'un ayağından henüz çıkmış. Almunia önce serbest vuruşun kullanılmasını bekliyor, daha sonrası barajdan geçen topun yönünü tayin ediyor ve sonrasında...

3 Kasım 2009 Salı

Birmingham Şövalyesi

Geçtiğimiz hafta sonu oynanan Birmingham City - Manchester City maçına ait olan yukarıdaki fotoğrafın kahramanı Birmingham kalecisi Taylor, kalesini düşmandan gelecek saldırılara karşı korumak için teyakkuz halinde bekleyen Birmingham'lı bir şövalye nidasıyla bakıyor uzaklara...

İşte o Taylor koskoca 90 dakika boyunca tek başına direndi Manchester City karşısında ve şövalye ünvanını fazlasıyla hakettiğini göstererek fotoğrafa ayrı bir anlam yükledi.

31 Ekim 2009 Cumartesi

İngiltere Premier Lig İstatistikleri

Bugün, Avrupa'nın en önemli liglerinin 2009-2010 sezonu istatistiklerine ayırmaya karar verdim.

Öncelikle Premier Lig'den başlıyorum.

10. haftası geride kalan lig Chelsea'nin liderliğine sahne oluyor. Ancelotti oynattığı futbolla beni her hafta şaşırtmaya devam ediyor.

Ancak, bu sezon şampiyonluk o kadar kolay gözükmüyor. Son yılların en çekişmeli maratonunu yaşayacağız şüphesiz. Chelsea ve Manchester United için Liverpool ve Arsenal'in yanısıra Tottenham ve Manchester City ciddi rakip olacaklar şampiyonluk yarışında.

Bugüne kadar toplam 96 maç oynandı bu ligde. Bu maçların 52'si ev sahibi, 29'u da deplasman takımının galibiyeti ile sonuçlanırken 15 maç beraberlik ile sonuçlandı. Ev sahibi takım galibiyet oranı %54, deplasman galibiyet oranı ise %30 olarak gerçekleşti.

Lig'de toplam 287 gol atılırken, maç başına 2.98 gol ortalamasına ulaşıldı. Maçların %58'inde 2.5 üstü gol atılırken %42'sinde gol sayısı 2.5 altında kaldı. Ev sahibi takım gol ortalaması 1.76 deplasman takımı gol ortalaması ise 1.22 olarak gerçekleşti. Bu süreçte en golcü takım ağlara bırakılan 29 golle Arsenal olurken, Porstmouth 5 gol ile en az gol atan takım ünvanını kimselere bırakmadı. Öte yandan, Chelsea ile Aston Villa 8'er golle en az gol yiyen takımlar oldular. Lig lideri Chelsea'nin bu 8 golün 7'sini deplasmanda yemiş olması enteresan bir istatistik olarak göze çarptı. Kalesinde en çok golü gören takım ünvanını ise Burnley, Blackburn Rovers ve Hull City paylaştı.

Gol krallığında El Niño 9 golle ilk sırada ancak Sunderland'ın her şeyi Darren Bent ile Didier Drogba attıkları 8'er golle ensesinde Torres'in. Asist krallığında Fabregas 9 asistle lider iken Drogba'nın attığı 8 golün yanı sıra 7 asist yapması önemli bir istatistik.

10 hafta sonunda Manchester United 17 sarı 2 kırmızı kart ile centilmenlik liginin en alt sırasında yer alması geçen sezonki Beşiktaş'ı hatırlatıyor açıkçası. Aynı Manchester United 75.088 kişilik ortalama seyirci sayısıyla, en yakın rakibi Arsenal'in (59.666 kişi) önünde lig maçlarında en çok seyirci çeken takım ünvanını kimselere bırakmamış.

Blogda daha önceki dönemlerde attığım bir postta belirttiğim üzere, geçen sezon itibariyle İngiltere Premier Ligi'nin en uzun oyuncuları; 1.98 metrelik boyları ile Sunderland kalecisi Marton Fulop, Portsmouth kalecisi Amir Begovic, Peter Crouch ve Aston Villa'lı Zat Knight idi. Ancak bu sezon ise Wolverhampton'lı Stefan Maierhofer 2.02 metrelik boyu ile ligin kulesi ünvanını ele geçirdi.

Bitirirken kısa bir not :Tuncay'ın takımı Stoke City 146 yıllık geçmişi ile Premier Lig'in en köklü kulübü olurken Chelsea 104 yıllık tarihi ile ligin en çömez ikinci kulübü.

Holigan (!)

Ali Sami Yen'de oynanan ve Kapalı'dan izlediğim her maç ağzımdan en az 3-4 kere dökülür " Servet gibi bir arkadaşım olsun yanımda, gözüm kapalı girerim kavgaya" cümlesi. Gerçekten de Servet ile girilir her türlü kavgaya. Deplasmana giderken yanına ne almak istersin deseler, Servet'i seçerim suyu bir kenara itip susuz kalma pahasına. Fotoğraftaki West Ham United taraftarı holigan abimizle de her türlü kavgaya girilir, deplasmana gidilir. Bir de ikisi bir arada olurda harika olur. Servet döver, bu abimiz de gelen saldırıları bir güzel yumuşatır omuz+göbek kombinasyonuyla . Bana da çekilip bir kenara, Servet'e "vurrrr!!!", holigana da "tuttttt!!!" diye güzel güzel taktik vermek düşer.

13 Ekim 2009 Salı

Chelsea Alex'i de Bırakmadı.

Daha dün Salomon Kalou ile üç yıllık sözleşme yenileyen Chelsea FC, bugün de boş durmadı ve Alex Rodrigo Dias da Costa'ya dört yıllık yeni sözleşmeyi imzalattı.

Maviler'e 2004 yılında ilk imzasını atan Alex, Brezilya Milli Takımı'nda sürekli oynayamadığı için İngiliz makamlarından çalışma izni alamamış ve bu yüzden kendini İngiltere Premier Ligi yerine bir anda PSV Eindhoven forması altında Hollanda'da bulmuştu.

Chelsea'nin Alex'i PSV'ye 3 yıllığına 1 EURO'ya geri alma hakkı saklı kalmak kaydıyla kiralaması hem İngiliz hem de Hollanda basınında ses getirmişti. 1 EURO alay konusu yapılmıştı. Hollanda'da 2007 yılına kadar top koşturan Alex Brezilya Milli Takımı'nın ayrılmaz bir parçası olduktan sonra çalışma iznini cebine koyduğunda, bu izin ile birlikte Premier Lig'in yolunu tutup sonunda amacına ulaşmıştı.

Sezon başından beri sakat olan ve antremanlara ancak başlayabilen Alex'in sözleşmesinin Ocak ayında yenilenebileceğini düşünürken, imzaların bugün atılmış olması doğal olarak biraz şaşkınlık yaratmış olabilir futbolseverlerde. Ancak, sezon başında Real Madrid'in Alex için Chelsea'ye 18 milyon sterlin (!) teklif etmesi Abromivich'in elini çabuk tutmasına neden oldu ve kurnazlığı yapıp Alex'i takımda tuttu.

Sezon başında sansasyonel transferler istemesine rağmen her seferinde Abromovich tarafından veto edilen Ancelotti'nin yüzü biraz olsun gülüyordur diye düşünüyorum. Belki takıma takviye yapılamadı ama elindeki kadronun bozulmadan seneye yine önüne aynı şekilde sunulacak olması mutluluk verici olsa gerek.

Zaten hem Abromovich'in hem de Ancelotti'nin başka alternatifleri yok şu an için. Malum Chelsea'nin, iki yıl önce gerçekleştirdiği Gaël Kakuta transferi nedeniyle aldığı transfer yasağı konusunda Fifa nezdindeki girişimlerden şu an itibariyle olumlu neticelenmiş değil.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Salomon Kalou Kaldı...

Sezon başında önemli transferlere imza atamayan Chelsea çok fazla eleştirdi. Bu genel kanının aksine Chelsea'nin bu sezon transferde sessiz kalmasının nedenini takımın iskeletini oluşturan futbolculara hakettikleri ücretleri verip takımdaki istikrarı sağlamak için atılmış akıllı bir strateji olduğunu düşünüyordum. Nitelim haklı da çıktım.

Hem Premier Lig'de hem de Şampiyonlar Ligi'nde tutunabilmek için istikrarın önemini kavrayan Abromovich ve ekibi, eşeği sağlam kazığa bağlamaya karar verip bu kararlarını başarı ile uygulamaya koydular.

Daha önce Didier Drogba, Ashley Cole, John Terry, Florent Malouda, John Mikel Obi, Hilário ve Michael Mancienne ile sözleşme yenileyip bu isimleri takımda tutan Abramovich, 2006 yılında Feyenoord'dan alıp Chelsea'ye kazandırdığı Salomon Kalou'yu da ikna edip evet dedirtti ve yeni sözleşmeye imza attırdı. Roman, bu son imza ile birlikte Chelsea'nin sezon başında oluşturduğu transfer stratejisinin sorunsuz işlediğini tüm spor medyasına(!) tekrar göstermiş oldu.

5 Ekim 2009 Pazartesi

The Blues Festival (!)

Galatasaray'ın puan kaybettiği haftalarda genellikle maçtan hemen sonra ya komik filmler izlerim ya da çok zevkli bir maça denk gelmek için dua edip kumanda elimde maç ararım. Bu hafta da aynı seneryoyu hem yazdım hem oynadım kendi başıma.

Galatasaray'ın kaçırdığı gol pozisyonları Ankaragücü'nün habercisiydi aslında. Öyle de oldu. Ankaragücü golü bulduktan sonra herkes Galatasaray'ın yüklenmesini beklerken önce 2 sonra 3 oldu. Hem Galatasaray sevdalısı olan bizler şok yaşarken futbolcular ne olduğunu idrak edemediler. Ama bence bu 3 gol 1-0'lık mağlubiyetin aksine yarar sağlayacaktır takıma. Çünkü takımın toparlanması, futbolcuların kendilerine gelip hırs küpüne dönüşmelerine sebep olacak gerçekten önemli bir hezimet bu.

Maç sonrasında bozulan moralimi düzeltebilecek yegane olay Chelsea - Liverpool maçında oynanacak güzel oyun ve Chelsea'nin galibiyeti olacaktı şüphesiz. Nitekim, bu ümitlerle oturdum TV ekranına. Yanımda aslen Arsenal taraftarı olan ama bu maçta Liverpool galibiyetini isteyen arkadaşımla izlemeye koyulduk maçı. İlk yarı boyunca iki takım da birbirinin hatalarını kolladı, çok pas yapıp ara toplarla pozisyona girmeye çalıştılar. 30'uncu dakikadan sonra tempo yükseldikçe yükseldi, pozisyon sayısı arttı, az daha Chelsea gol bulup ilk yarıyı önde kapatacaktı.

İkinci yarının başlangıcında ise bambaşka bir görüntü vardı. İlk yarı boyunca cesaretle Chelsea üzerine giden Liverpool ilk 15 dakika içinde kendi sahasına kapanıp kontra ataklarla gol bulmaya çalıştı. Ama bu taktik tam olarak işlemeyince ilk yarıdaki futbollarına dönmeye çalışıp Chelsea üzerine yüklenmeye başladılar. İşte tam bu sırada kendi kurşunlarıyla (!) vuruldular. Chelsea uzun topla Drogba'yı buldu, Drogba nefis ortaladı ve Anelka gerçekten de muhteşem bir vuruşla tabelayı değiştirdi. Goool !!! diye bağırdıktan sonra Arsenal taraftarı arkadaşıma döndüm ve Anelka'nın Ribery ile birlikte Türk futbol tarihinin en büyük kayıpları olduğunu söyledim. Bu iki adam da gerçekten çok önemli çok büyük futbolcular ve ne yazıkki elimizde tutamadık bu değerleri. Ama eminim ki Frank Rijkaard gibi önemli bir isim olsaydı iki futbolcu da seve seve Türkiye'de futbol oynamaya devam ederlerdi.

Gol sonrasındaki bu kısa muhabbetten sonra tekrar konstantre olduk maça. Arkadaşım maçın böyle biteceğini düşünürken ben Chelsea'ye fazlasıyla güveniyordum ikinci gol için. Bu yüzden de canlı bahis oynayıp yüksek bir meblağ yatırdım ikinci golün Chelsea tarafından atılacağı bahsine.

İmdadıma 90.dakikada Drogba yetişti. 90 dakika koşan, aynı bileğine toplam 4 kez sert darbe alan Drogba, Liverpool savunmacılarının kendisini yere yıkma çabalarını hiçe sayarak tam da darbe aldığı bileğini kullanıp o kadar güzel bir pas çıkardı ki Malouda'ya, Malouda gol sonrasında Drogba'ya koşup saygısını iletti kendisine.

Chelsea Drogba'nın büyük katkısıyla Liverpool'un geçip liderliğe yükseldi, ve çok şükür ki moralimi yerine getirdi. Aceto blog sayfasında Drogba-Torres karşılaştırması için oylama yoluna gitmiş. Bence hiç gerek yok buna. Drogba Torres'e oranla iki kat daha kuvvetli ve sert bir golcü. Drogba ancak Rooney ya da Ibrahimoviç ile karşılaştırılmalı. Torres daha narin bir golcü ve bu yüzden Torres'in kalemleri Berbatov, Anelka gibi golcüler olmadı.

Güzel başlayan, kabusa dönüşen bir pazar günü için muhteşem bir son oldu.

Teşekkürler The Blues.