16 Ekim 2010 Cumartesi

Nuri "Şahin K" !!!

26 Ağustos 2010 Perşembe

Vizyon???

Avrupa kupalarında bırakın martı, eylülü bile göremedik. Bu hezimetin tek suçlusu yönetimdir; kimse futbolculara, FR'ye laf sölemesin. Eğer koskoca Galatasaray'ın gol atması gereken maçta tek bir forveti varsa, üstüne bir de yedekler Aykut, S.Kurtuluş, Musa Çağıran, Aydın, Emre Çolak'dan oluşuyorsa elenmemek süpriz olurdu.

Adnan Polat otursun düşünsün şimdi. Adının kendi adından daha çok anılmasından rahatsız olduğu için Haldun Üstünel'in kellesini alan, sırf bu yüzden doğru düzgün tek bir transfer yapamayan Polat bakalım kimlere b.k atacak şimdi... Yönetimin tamamını küstüren bir adam bütün yönetimin kellesini bile kopartabilir.

Aferin başkan, efsane başkan olacaksın derken iyi anlamda olmanı istedik, bu kadar kötü anlamda değil.

Benim asıl merak ettiğim yarın ve sonrası. Avrupa kupalarına çok erken veda eden başka bir takım olan Olympiakos, buna rağmen sezonun geri kalanını ve Şampiyonlar Ligi vizesini garantiye almak için; David Fuster, Marko Pantelic, Krisztian Nemeth, Albert Riera ve Dennis Rommedahl gibi yıldızlara imza attırırken, bakalım Polat hangi genç yıldızları alacak??? Ben şahsen ortamı iyice dağıtıp Elano'yu da elden çıkartacak diye düşünüyorum.

Siz siz olun, yeni Bratu'lara, Tamas'lara hazırlıklı olun derim..

Kuralar Ne Der?

Öncelikle Bursaspor'un Real Madrid hayalinin gerçekleşmediğini, onun yerine Old Trafford yollarının gözüktüğünü belirteyim. Ancak Bursaspor fena kura çekmediğini de belirtmek lazım. Kura sonrasında sıcağı sıcağına yorumlarımı paylaşayım. Bakalım tutturma yüzdesi nasıl çıkacak...

Son 16'ya kalacaklar

Inter, Tottenham, Lyon, Benfica, Manchester United, Valencia, Barcelona, Rubin Kazan, Bayern, Roma, Chelsea, Marseille, Milan, Real Madrid, Arsenal ve Braga.

Avrupa Ligi yolu gözükenler

Werder Bremen, Schalke 04, Bursaspor, Panathinaikos, CFR Cluj, Spartak Moskova, Auxerre ve S.Donersk.

Eve dönecekler
Twente, H.Tel Aviv, Rangers, FC Kopenhagen, Basel, Zilina, Ajax ve Partizan

İhtimallerin İhtimalleri

Bu akşamki maçların olası sonuçları dahilindeki tahminlerim aşağıdadır. Bakalım kaçı tutacak...

(1) Fenerbahçe - Paok

Fenerbahçe eğer elenirse; Aykut Kocaman'ın ipi hemen çekilmez ama buna zemini hazırlar Aziz Yıldırım. Seneye kesinlikle yabancı hoca getirilir başa. Diğer taraftan, elenme sonrasında gündem değişsin diye hemen bir flaş transfer açıklanır.

Fenerbahçe eğer turu geçerse, Aykut'un koltuğu en az 3 ay daha garanti altındadır. Rıdvan Dilmen bayram yapar :).

(2) Beşiktaş - Helsinki

Beşiktaş elenirse, Schuster'e birşeycikler olmaz. Başkan hemen bir transfer patlatıp, olayı kapatmak ister ve başarılı da olur. Bence Çarşı karışmaz çünkü geçen sene "Yeter Yıldırım Demirören Yeterrrr!" diye bağırırken bu sezonki transferler sonrasında bir anda başkanın hayranı oluverdi bir kısmı dışarıdan gözüktüğü kadarıyla.

BJK turu geçerse, öncelikle Yıldırım Demirören dört köşe olur ama transfer yapmaz. Beşiktaşlı kardeşlerim de aynı bizim geçen sene yaptığımız gibi oturup dua ederler sakatlık olmasın bu sezon diye. Bizim dualarımız kabul olmadı, inşallah onlarınki olur..

(3) Galatarasay - Karpaty Lviv

Galatasaray elenirse, transfer yapılmaz, yapılsa da yalandan biri gelir. Hem yeniçeriler (yerli futbolcular) hem de padişah (Adnan Polat) kendi kellelerini kurtarmak için FR'nin kellesini almak için oyunlarını arttırırlar. Bu da Galatasaray'ı 15 sene öncesine götürür. Elindeki Derwall'in değerini bilmeyen yönetim, yeni Derwall bulacağınız benzeri cümlelerle yeni hocalar için bol bol para harcarlar, bir bakarsınız 2012 kriterlerinden bahseden kalmaz.

Galatasaray tur atlarsa, sıcak para girişi olacağı için 1-2 yıldız transferi yapılır yarın sabah. Böylelikle Adnan Başkan paçayı kurtarır, FR de biraz rahatlar. Ama bu işten en kazançlı çıkacaklar, yurtdışında Galatasaray için futbolcu arayan ve 2 aydır bir işi bitiremeyen profesyoneller (!!!) yani Adnan Sezgin ve menajerler olur.

(4) Trabzonspor - Liverpool

Elensin ya da turu geçsin farketmez, Şenol Güneş takımda kalır ve bu sezonun en önemli şampiyonluk adayı olarak yola devam eder. Eğer turu geçerse, geçen sene Fenerbahçe'den aldığı öcünün yanına bir de Liverpool'la açık olan hesabı kapamanın verdiğini hazzı koyar, Avrupa'da gecenin en çok konuşulan takımın teknik direktörü olarak tebrikleri kabul eder...

Trabzon'a Gelirken, Liverpool

Hayatını tribünlere adamış futbolseverlerin Liverpool için daima içinde beslediği bir sevgi vardır. You Will Never Walk Alone çığlıklarıyla inleyen Anfield Road'da o anı yaşamak bir çoğumuzun hayalidir şüphesiz.

Peki Liverpool taraftarının hayali nedir? Torunlarına anlatacakları ve benzerine bir daha rastlanma olasığının çok düşük olduğu, İstanbul'da kaldırdıkları Şampiyonlar Ligi kupası onlar için yeterli mi? Bir çoğumuz için bu kesinlikle yeterli belki ama onlar için yeterli olmadığı, hayallerinin en tepesinde Premier Lig şampiyonluğu olduğu gün gibi aşikar.

Toplamda 18 kez şampiyonluk yaşamış ancak en son 1989-1990 sezonunda kupayı kaldırmış Kırmızılar'ın çektiği hasreti benzer bir hasreti 14 sene boyunca çekmiş biz Galatasaraylılar anlar belki de en iyi.

Liverpool, bu hasrete son vererek taraftalarının hayallarini gerçekleştirmeye çok ama çok yaklaşmıştı 2 sene önce. Çoğu futbolsever geçtiğimiz sezonu bu hasretin sona erme ihtimalinin en yüksek olduğu sezonlardan biri olarak yorumluyordu sezon başlamadan önce. Ama kötü başlanan ve kötü bitirilen bir sezon sonrasında Şampiyonlar Ligi vizesi bile alamayıp kendilerini Avrupa Ligi elemelerinde buldu Liverpool taraftarı.

Peki ya bu sezon?... Rafa Benitez'in kaçarcasına gidişi sonrası takımı devralan Roy Hodgson'ın işi geçmişte olduğundan da zor. Sezon başında, Rafa'nın yanı sıra Albert Riera da kaçıp Olympiacos'un yolunu tuttu. Üstüne karşılığında Poulsen (!) alınsa da Aquilani gibi bir ön libero Juve'ye kiralandı. Hali hazırda da Javier Mascherano'yu büyük kulüplere pazarlamaya çalışan bir Liverpool yönetimi ile karşı karşıya Hodgson. Javier için Barcelona dedikoduları dolaşırken, Rafa araya girip hem Javier hem de Kuyt için Liverpool'un kapısını çalmaya hazırlanıyor. Rafa, bu iki oyuncuyu İtalya'ya götürürse, üzerine bir de çeyrek depoyla (Mascherano, Gerard, Torres ve Agger yok) mücadele edecekleri Trabzonspor karşısında mağlubiyet alıp Avrupa Ligi'ne veda ederlerse, Roy Hodgson dükkanı kapatıp gitsin bence. Çünkü mu mağlubiyetin sonucunda transfer sezonu kapanmadan Torres'in de takımdan ayrılması içten bile olmaz.

Anlayacağınız, içindeki Liverpool aşkı yüzünden Real Madrid'i geri çeviren Gerrard'ın zaten hali hazırda çektiği açısı daha da artacak, taraftarların kurdukları hayallerin gerçekleşme olasılığı ise daha da azacak. Ama eminim ki herşeye rağmen Anfield Road "You Will Never Walk Alone" nidalarıyla yankılanmaya devam edecek.

17 Ağustos 2010 Salı

Madrid'de Bir Türk...

Real Madrid'e imza atan Türkiye'den ilk futbolcu değil ama ilk Türk oldu Mesut. Kendisinin yeteneklerinin abartıldığını düşünüyorum aslında ama eğer José varsa işin içinde bana da kafamı kuma gömmek düşer. İnşallah hayırlı olur kendisi için, biz de Ribery'de Galatarasaylı olan bizlerin izlediği gibi kaçan treni izler dururuz tüm Türk milleti olarak. Real Madrid taraftarı olarak ayrıca haz duydum bu transferden, Barcelona'nın elinden almak güzel his vesselam...

5 Ağustos 2010 Perşembe

Kewell...!

Haldun Üstünel çıkıp Harry ile devam etmeyi düşünmüyoruz dediğinde gerçekten çok üzülmüştüm. Galatasaray'ın bayrak adamlarından biri olacağına çok emindim çünkü..

Şükürler olsun ki, bu sene de bu kutsal forma altına izliyoruz Harry Kewell'ı.. Gerçekten kendisi de kutsal bu adamın. Bugün maçtan sonra, Galatasaray ve taraftarları olan bizler hakkında o kadar güzel sözler söyledi ki...!

Bugün sevgi günüm;

Seni de seviyorum Kewell...!

Yıl: 1989 "Cevat Prekazi"...

Çok uzun zaman oldu bir kaç kelam etmeyeli. Bir insan evladının iş hayatında yaşayabileceği en yoğun 8 ayı yaşadım belki de. Abartıyormuşum gibi gecelecek sizlere ama arkadaşlarım şahittir ki hafta içi, hafta sonu farketmeden günde ortalama 3 saat uyku uyuyarak geçti bu dönem. Hatta bu dönem öyle bir dönemdi ki, Kapalı Üst kombinelerinin çıktığından ve sonra da tükendiğinden haberim olmadı..

Peki geçti mi bu dönem dersiniz?. Tamamen geçmedi ve geçmeyecek ne yazık ki. Seçtiğim bu kariyer planında, tabir-i caizse eşşekler gibi çalışmak var bir ömür boyu. O yüzden, denetim sektörüne girmek isteyenler bu satırları okuyorlarsa tekrar düşünsünler :).

Son bir haftadır hadi artık geri dön blog yazılarına dedim durdum kendi kendime ama bir türlü oturup bilgisayarın başına yazamadım aklımdan geçenleri. Ama Cevat Prekazi sağolsun ki, bu yorgun bünyede öyle bir efkar yarattı ki, aldım biramı, açtım uzun süredir hasret olduğum tezahuratları dinlemeye başladım ve geçmişe, Galatasaray'a döndüm...

1984 doğumlu biri olarak 15 Mart 1989'daki Monaco maçından 2 hafta önce henüz 5 yaşımı doldurmuştum. Yani o dönemlere ilişkin pek fazla şey hatırladığım söylenemez. Ama 15 Mart gününü enteresan bir şekilde çok net hatırlıyorum.

Bilecik'de, çoçukluğumun geçtiği evimizde o zamanlar henüz 3 yaşında olan kardeşimle otururken, anne-baba işten gelip hadi kalkın arkadaşlara gidiyoruz diyerek üstümüzü giydirip çıkarttılar bizi evden aceleyle. Haliyle anlam verememiştim bu telaşın neden olduğuna. Koşa koşa gidip arkadaşlarının evine, oturduk hemen televizyonunun başına. Babamın adetidir yemeğin sofrada yenmesi; televizyon karşısında, salonda ya da odamızda yemek yemek yasaktı yıllarca, aile fertlerinin hepsi gelir, oturup hep beraber yerdik yemeğimizi. Ama bu konuda çok sert olan babamı televizyon karşısında yemeğine yerken görmek nasip olmuştu işte o gece.

Galatasaray, o zamanlar sebebini anlamamış olduğum bir şekilde Almanya'da Monaco ile Avrupa'da çeyrek final maçına çıkıyordu. Maç başlar başlamaz evde bir anda ses soluk kesildi. Babam tek kelime etmeden, sadece ayaklarını sallarayak, gözünü kırtmadan bakıyordu televizyona. Ben de o zaman averajın ne olduğunu bilmediğim için sorup duruyordum nasıl tur atlarız diye ama babadan tık çıkmıyordu. İşte bu anlardan birinde, babam öyle bir goooolll diye bağırdı ki, kardeşim korkup ağlamaya başladı bir şey mi oldu diye. Babam Cevadım, Cevadım nidalarıyla tutup havalara atıyordu beni. Bir an adımın Cevat olduğunu sanmıştım, o kadar yani :)... 1-0 öne geçen Galatasaray, o zamanlar kimdir nedir bilmediğim Weah denen insan azmanının golüne engel olamamıştı ama ilk maçta Kral Tanju'nun attığı gol ile aldığımız 1-0'lık galibiyet sayesinde turu atlayan taraf olmuştuk.

Maç sonunda, hem televizyondakiler ağlıyordu, hem de babam.. Ben ise şaşkınlıkla bakıyordum ona, birazdan ben de ağlayıp eşlik edecektim ona evden çıktığımızda (yoldan geçen tırların kornaları, silah ve korna sesleri vs. nedeniyle).

O gece, eve döndüğümüzde babamdan Prekazi'nin formasını istemiştim, çok net hatırlıyorum. Bilecik gibi küçücük bir şehirde olmadığı için, sabah ilk iş Eskişehir'de tanıdıklara aldırıp otobüs ile göndertmişti Bilecik'e ve öğlen uyandığımda yatağımın yanı başında duruyordu. 8 Numaralı o formayı 3 ay çıkartmadım belki de üstümden. O dönemlerde, mahalledeki herkes Prekazi diyordu bana. Ben o dönemlerde sevdim gerçekten Galatasaray'ı. O dönemden sonra yalvardım babama Ali Sami Yen'e götür beni diye 3 sene boyunca. Ta ki, üstümde 8 numaralı formayla Kapalı'ya ilk ayak bastığım 4 Kasım 1992'deki E.Frankfurt maçına kadar...

Bendeki Galatasaray sevdasının baş kahramanlarından Prekazi'yi, bugünkü maçta dinlemek, o şahane yorumlarını duymak, ağzından ne zaman küfür çıkacak acaba diye beklemek hem çok güzel, hem de çok duygusal geldi bana ve açtırdı birayı, oturttu bilgisayarın başına. Maç boyunca, Galatasaray'a duyduğu aşkı gördükçe daha da çok sevdim bu adamı..

Tekrar şükrediyorum bu adamı canlı canlı izleme fırsatını yakaladığım, Monaco maçını hatırladığım için...

Seviyorum seni Cevat...!

Bu videoyu izleyin, siz de daha çok sevin :)

21 Mayıs 2010 Cuma

Güle Güle Harry..!

Biraz önce arkadaşımın mesajı ile aldım haberi. Uzun zamandan beri Türkiye'ye gelen en karakterli oyuncuydu bence. Ama sakatlığı yüzünden artık Sarı Kırmızılı forma ile göremeyeceğiz kendisini artık. Gerçekten çok üzüldüm gidişine...

Gözümde ve gönlümde yeri ap ayrıydı Kewell'ın. Koskoca bir cumartesi günümü O'na layık bir yazı yazabilmek için heba etmiştim. Peki değer miydi?.

Bence, kesinlikle değerdi.

Güle güle Harry, unutulmayacaksın...

Okuyamayanlar için, bahsi geçen yazı "Kewell from Galatasaray"...

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Govou?

Transfer döneminde konuşmayı pek sevmem aslında. Her transfer döneminde Türk medyası sallar durur. Her gün saçma sapan isimler atılır ortaya. Bu yazdıklarımdan sonra sakın beni de aynı kefeye koymayın lütfen...

Malumunuz, Sidney Govou Lyon kariyerini Le Mans maçı ile sonlardırdı. Hocası tarafından maçın sonlarına doğru oyundan alındı ve alkışlarla veda etti kulübüne. Govou'nun Sevilla, Sunderland veya West Ham United üçlüsünden birine imza atılacağı düşünülüyordu.

Önce Marca, Sevilla'nın Govou ile görüşmeleri askıya aldığını yazdı. Sonrasında Steve Bruce Govou ile ilgilenmediklerini açıkladı. Londra'da yaşayan bir arkadaşımın uyarısı sonucunda bugün bir İngiliz gazetesine ("Daily Mail") göz attım ve Galatasaray'ın Govou'ya önerdiği yüksek ücret sonrasında West Ham United cephesinde de transferin zora girdiğinin yazdığını gördüm.

Bakalım doğru çıkacak mı?

29 Nisan 2010 Perşembe

Kaldırsın Kaldırsın Parmak Kaldırsın ......

Mourinho Der ki...

- Len tıfıl, Len Messi, la la la la la la lay la la lay la la lay la la lay la la lay la la lara lara lara liy la la lilayyy, koyduk muuuu?

23 Nisan 2010 Cuma

Kısa Devre...

İş hayatında gerçekten de insan aklının sınırlarını zorlayan bir yoğunluk yaşıyorum son 3 haftadır. Gece 2'lere, 3'lere kadar ofiste, karşımında bilgisayar, elimde telefon ile işleri toparlamaya çalışıyorum. Ama işleri toparlayacağım derken, hayatımdan 3 haftalık bir zaman daha kayıp gidiyor, engel olamıyorum. Hayatla bağlantı hattı kısa devre yaptığı için futbolla ilgili haberleri de kaçırıyorum. Mesela Bilica'nın kazı çalışmalarına katıldığını, Mourinho'nun Barca'yı dağıtıp evine geri gönderdiği maçın skoru, Arda'nın canlı manken Caner üzerinde oluşturduğu artistlik çalışmasını hep sonradan öğreniyorum.

İşte bu dönemde, bu sayfalara futbola dair bir kaç kelamın yer aldığı yazıları da gönderemez oldum.

Ama geçecek biliyorum, güneşi Haziran 15 itibariyle göreceğim. O günden sonra blogda o kadar çok yazı yazacağım ki, belki de sıkılıp yeter ulan diye bağıracaksınız. Ama o güne kadar affınıza sığınarak, arada bir, bir kaç yazı taşıyabileceğim bu satırlara.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Once upon a time... ("bir zamanlar")

Maicon, Naptın Oğlum?

Bu geceki Inter - Juventus maçından aklımıza kazınacak güzellikte bir gol çıktı Maicon'dan. Önce topu bir güzel kontrol etti, sonra Amauri'yi pazara yolladı, sonra sağ dizi ile topu yumuşatıp o mübarek sağ ayağının dışı ile topu Buffon'un sağından ağlarda gönderdi.

Bu arada gecenin bir da sağmal ineği (daha doğrusu öküzü) vardı. Kim mi? Tabiki Sissokko... İlk yarıda berbat top oynadı ve bağıra bağıra kırmızı kartı yedi ve takımı 60 dakika 10 kişi oynamaya makum etti.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Karabüksporlulardan Geliyor "Turkcell Süper Lig Hiç Bitmesin"

Bir Tribünün Çöküşü!!!

Yenilsen de, yensen de
Taraftarın seninle,
Üzüntünde, sevincinde,
Seninle birlikte….

İşte buydu Kapalı’yı numaralıdan farklı kılan. İstanbul’daki ve Kapalı’daki 8’inci senemde her mağlubiyetten sonra bu tezahüratı duydum ben. Bu yüzden sevdim Kapalı’yı, bu yüzden deliler gibi bağırdım her maçta… Alparslan Abi’nin ölümünde bu yüzden ağladım dakikalarca…

Ama dün gece, bambaşka bir Kapalı gördüm ben. Hem de hiç sevmediğim, hayatımda bir daha tanık olmak istemediğim bir ruh halinde… 6-0 yenildiğinde Fenerbahçe’ye, bağrına basmıştı bu takımı dün herkesi ıslıklayanlar.

Ne oldu, neden oldu bilmiyorum ama ben dün ilk defa maçı yarıda bırakıp terk etmek istedim orayı. Hatta buna da kalkıştım ama Ali Sami Yen’in koridorlarına girdiğimde başkalarına kızıp takımı yalnız bırakmayı yediremedim kendime ve geri döndüm.

Takımın bu gidişatına tepki konulması gerektiği konusunda herkes ile hemfikirim. Takımda bir şeylerin ters gittiği ve kendilerine gelmeleri için harekete geçilmesi gerektiği belli. Sami Yen, deplasman demeden her maça gelen, bazen polis dayağı, bazen biber gazı yiyen, sevgilisiyle sırf Galatasaray yüzünden kavga eden, kombinesini kredi kullanıp alanlar, takımlarından sadece biraz saygı bekliyorlar çünkü. İstedikleri tek şey bu aslında. Ancak ne yazık ki bunun verdiği hırs ve kızgınlık ile kendilerini kaybedip hayatları boyunca daima pişmanlık duyacakları hareketler yaptılar. Bu şekilde ve böyle bir tepki verilmemeliydi.

Fenerbahçe maçında takımı ruhsuz oynamak ile suçlayanlara birkaç sözüm var aslında. Maçtan 7-8 saat önce içmeye başlayıp, tribüne zilzurna sarhoş giren, maçta toplasan bir dakika bağırmamış olanlar, sırf para hırsı yüzünden kombinesini bir maçlığına 500-600 TL’ye kiralayanların buna hakkı yok işte. Takımına karşı görevini yerine getirmeyenlerin, takıma küfür etmeye de tepki göstermeye de hakkı yok.

Dün akşam beni utandıran, üzen en önemli şey ise Arda’ya gösterilen tepkiydi. Kız arkadaşı ile sinemaya gitti diye, son haftalarda sakat olduğu için oynamayan ama buna rağmen Fenerbahçe maçında daha da ciddi sakatlık yaşama riskine karşı oyuna girmek için hocasına yalvaran Büyük Kaptan’a kimsenin laf söylemeye hakkı yok. Metin gibi oynayan tek adamken, tüm benliği ile renklere için savaşırken, kimsenin yok. Kimsenin Arda’ya tek bir laf etmeye hakkı yok!!!
Bu arada numaralıya da helal olsun. Belki de hayatlarındaki en doğru hareketi yapıp, takımlarına sahip çıktılar.

Şunu merak ediyorum. Bu hafta derbiden bir beraberlik çıksa ve Bursaspor da puan kaybetse ve biz de Manisa’dan 3 puan ile dönsek, Ali Sami Yen’deki Bursaspor maçında yine bu tepkiyi koyabilecekler mi?

Allah’tan tek dileğim var, o da bu sene şampiyon olmak. Ama bu istek şampiyonluğa olan arzudan, onun getirdiği mutluluktan değil. Dün takımı ıslıklarken, şampiyonluk geldiğinde takımı bağrına basacak olan iyi gün dostlarını tanıyabilmek için..

Bu satırları okuyup, bu yazının altına imza atmayacak harbi Galatasaraylı yoktur diye düşünüyorum...

Ali Sami Yen'de...

İlk defa Kapalı'da olduğumdan utandım dün akşam. Ali Sami Yen'de tanık olduğum olaylar hakkında bu gece uzun uzadıya bir yazı yayınlayacağım. Ama ondan önce, dün akşam Arda'ya tepki gösterenler için gelsin..

Bu adam hepinizden daha fazla Galatasaray'lı. Sizler Fenerbahçe maçı öncesinde kafaları çekip, maç boyunca susup tezahürat yapamazken, o adam sakat sakat oynadı korkusuzca.

Bu takımda bazı futbolcuların tepkileri hakettiğinde hem fikiriz ama Büyük Kaptan konusunda değil.

11 Nisan 2010 Pazar

Alkışlar Pellegrini'ye...

Ailemizdeki futbol sevgisi Galatasaray’ın üzerine kurulmuştur. Babamın sayesinde oğulları olarak kardeşim ve ben Galatasaray ile futbolla tanıştık, futbolu sevdik ve sonunda da bizi futbolla tanıştıran bu takıma aşık olduk. Küçücük yaşlarda kendimizi deplasman maçlarında bulduk işte sırf bu yüzden. Yaş büyüdükçe sevgi daha da arttı, sevgi arttıkça yollar kısaldı ve hafta sonları Bilecik’ten İstanbul’a, mabede gelen fanatikler haline büründük. Baba ve oğulları olarak aynı renklere gönül vermenin getirdiği yakınlığı yaşadık ve hala da yaşıyoruz. Galatasaray yenildiğinde hep beraber üzülürken, her galibiyette birlikte seviniyoruz. İşte bu yüzden güzel belki de futbol, aileyi birbirine daha da kenetlendirdiği için.

Eminim ki şu an çoğunuzun içinden, “Alkışlar Pellegrini’ye” başlıklı bir yazıda bu adam ne anlatıyor böyle diyordur. İşte bu yüzden hemen olayı El Clásico’ya bağlıyorum.

Baba ve oğulları arasındaki futbola dair tek çatışmadır El Clásico’nun kahramanları. Babam ve kardeşim Barcelona taraftarıyken, bendeniz Real Madrid fanatiğimdir uzun yıllardan beri. Bu yüzden de bu iki takım karşılaştığında Galatasaray – Fenerbahçe heyecanına benzer bir heyecan hakim olur ailede. Dün akşamki mücadele öncesinde de durum pek değişmedi. Önce memleketten babam arayıp, bu akşam sizi şöyle yaparız, böyle yaparız deyip sinir katsayımı yükselti. Ardından da evde bekleyen kardeşimin Messi hayranlığını abarttığı saçma sapan yorumları çıldırttı beni. Ama uzun süreden beri ilk defa bu kadar emindim Barca’yı eli boş göndereceğimizden ve bu yüzden cevap verme tenezzülünde bulunmadım. Takım bu sezon evinde oynadığı maçlarda tek bir puan bile kaybetmemişken, Ronaldo’nun ve Higuain’in yüksek formları gaza getirmişti belki de beni.

Ancak, Pellegrini denen Şili'li (edit) sağolsun, bütün ümitlerimi yıktı ve bu sezon sevinmek için son şansım olan Real Madrid galibiyetini ellerimden çekip aldı. 2 Diarra’yı birden kenara bırakıp Gago ile başladı oyuna ve utanmadan sıkılmadan Ronaldo’yu da sol açıkta oynattı. Sırf bu yüzden sağ kanattan tek bir kez bile tehlikeli atak geliştiremedik maç boyunca. Sol kanatta da Ronaldo hep ters ayakla almak zorunda kaldı topları, ve bu nedenle etkili de olamadı. Marcelo’nun harika (!) pasları da Higuain’in işini bitirince mucizelere kaldığını anlamıştık galibiyetin. Ama yine de bir umut besledim içten içe. Pellegrini belki ilk defa kafayı çalıştırır da Guti ile Benzema’yı sürer oyuna, Gago’dan da kurtuluruz dedim durdum. Benzema’yı oyuna sürüp onu sol açığa çekecek, Ronaldo sağ açığa kayacak ve Guti’de pas trafiğini yöneterek gol atmamızı sağlayacaktı böylelikle. Ama bu adam önce Marcelo'yu çıkarttı, sonra da Higuain'i. Torpilli Gago’yu da 90 dakika sahada tutarak sonun gelmesinde katkıda bulundu. Diğer tarafta ise Xavi resitali vardı. Messi’nin bu kadar abartıldığı bir dünyada neden kimse bu adamın hakkını teslim etmiyor anlamıyorum. Messi’nin bu sezon attığı çoğu golde, tıpkı dün akşamki maçta yaptığı gibi akıllara zarar ara pasları veren bu adamdan başkası değil.

Bu sezon elde var sıfır. 2 Fenerbahçe, 2 Barcelona mağlubiyeti. Zaten daha fazlasını da kaldıramaz bu bünye. Yeter artık dalga konusu olduğumuz. Arkadaşların dalga geçmesi koymuyor ama babam ve kardeşim de bunu yapınca acı veriyor artık :).

Ve sonuç olarak, yine bana hüsran, yine bana hasret var…

10 Nisan 2010 Cumartesi

Ronaldo Der ki...

Ronaldo'dan beklenmeyecek derecede centilmence bir açıklama...

- I’m taller and broader than Messi. But seriously, he’s having a terrific season, and he’ll always go down as one of the greats, although let’s not overlook the contribution made by his coach and team-mates.

" Messi'den daha enli ve daha uzunum. Gerçekten mükemmel bir sezon geçiriyor ve ileride daima en başarılılar arasında yer alacak ama takım arkadaşları ve hocasının katkılarını da unutmamak gerekir"...

Bugün yüzümüz güler belki...

Fenerbahçe - Galatasaray : 3-1
Barcelona - Real Madrid : 1-0
Galatasaray - Fenerbahçe : 0-1

3'de sıfır yaptık bu sene. Bir kere olsun sevinmek ister bu gönül. Geçen seneden beri 6-2'den tavşan sendromu denen bir hastalık dolaşıyor bünyede. Bugün, Santiago Bernabeu'da, El Clasico'da bu hastalığın ilacının bulunmasını istiyorum artık..!

4 Nisan 2010 Pazar

Duvarları Maviye Boyamak

Avrupa liglerinde artık dananın kuyruğunun kopacağı dönemlere giriyoruz yavaş yavaş. Geçen hafta Galatasaray – Fenerbahçe ve Roma – Inter mücadeleleriyle başlayan bu periyoda bu haftaya da Manchester United – Chelsea mücadelesini sığdırdık. Artık hepinizin bildiği gibi The Blues taraftarıyımdır bendeniz. O yüzden bu haftaki 3 puan, geçen haftaki derbi mağlubiyetinin üstüne çok güzel geldi bünyeye.

Ancelotti’nin Aston Villa karşısında alınan 7-1’lik galibiyetten hemen sonraki açıklamalarından bu haftaki mücadelede yüksek tempo beklemememiz gerektiğini anlamıştım. Karşı takım filelerine tam 7 gol gönderen Chelsea’nin tabir-i caizse dangalak (!) hocası, hücum futbolunu, bol gölü sevmediğini, oyun anlayışının gol yememek üzerine kurulduğunu söyledi röportajında. Bu bana Galatasaray’ın şu andaki durumu hatırlatıyor. Lige fırtına gibi giren, her maç kalesinde gol görmesine rağmen maçlarda en az 3 gol atarak puanları toplayan Galatasaray’da işler gol yememe üzerine çift ön liberolu sisteme geçiş ile kötüye gitmeye başlamıştı. Aynı şeyin Chelsea için de geçerli olduğunu söylemem gerek. Chelsea’de her şey gayet iyi giderken, Ancelotti’nin puan farkını korumak için risksiz futbol oyun anlayışına geçmesi Manchester United ile Arsenal’i bir anda potaya soktu. Allah’tan bu duruma futbolcular direnç gösterip dünkü maç öncesindeki son iki haftada toplam 12 gol bıraktı rakip filelere. Sırf bu direnç yüzünden herkes bol gollü ve yüksek tempolu bir maç bekliyordu iki dev takımdan. Ama pek de öyle olmadı. Ancelotti, ilk yarıda gol yemeden gol bulma stratejisini uyguladı ve Manchester United’ı kilitlemeyi de başardı, üstüne bir de Joe Cole ile golü bulunca daha da abartıp tüm takımı savunmaya çekti. İşte bu da tempoyu düşürdü ve ilk yarıda uyuyan United’ın uyanmasına yol açtı. Kırmızı Şeytanlar yüklenirken, o Anelka’yı oyunda tutmaya devam etti ve sırf bu yüzden 10 dakika kendi sahasından rakip sahaya adım atamadı takım. Sahadaki futbol, Drogbaaaaa diye bağırıyordu bu 10 dakika içinde. Ve çok şükür bu İtalyan da sesi duydu ve Drogba’yı sürdü oyuna. Bu değişiklik ile birlikte her atakta hücüma katılan Vidic, Drogba korkusu yüzünden savunmadan çıkamaz oldu ve oyun tekrar dengeye oturdu.

Tam da bu dakikalarda her ne kadar ofsayt olsa da Drogba’nın ağlara gönderdiği gol geldi ve koltuğuma uzanıp derin bir ohh! çektim. Ama o kadar uzun süren ir ohh! çekmişim ki, tam bitirdiğimde Manchester’in golü geldi. Ve son 5 dakika kabus gibi geçti. Şükürler olsun ki, bir kaza kurşununa maruz kalmadan Maviler maçı alıp, ceplerinde 3 puanla memlekete döndüler.

Benim için alınan üç puandan çok, Alex Ferguson’un maçtan sonra yapacağı açıklamalar önem taşıyordu. Bu sezon hakemler sayesinde en az 10 puanı hanesine yazdıran Alex’in, her mağlubiyet sonrası hakeme yağdırma politikasının bir örneğini yaşayacağımızdan emindim. Ferguson maçta sonra, hakemlere bol bol yüklendi ve böyle hata yapan hakemlerin neden hala hakemlik yapabildiklerinin sorgulanması gerektiğini söyledi. Ama ofsayttan gelen golün öncesinde maçın 1-0 Chelsea üstünlüğü ile devam ettiğinin farkında değildi sanırım kendileri

Sonuç olarak biz aldık 3 puanı dönüyoruz evimize hem de Old Trafford’un duvarlarını maviye boyayarak.

28 Mart 2010 Pazar

Metin Gibi

İş yüzünden yine uzun süredir ayrı kaldım bu sayfalardan. Bugün itibariyle tekrar geri dönüyoruz bakalım. Artık evden çıkıp arkadaşlarla buluşma vakti. Metin Oktay atkım boynumda, kombinem cebimde, hedef önce Sokak, oradan da kapalı göbek...

Allah bizi utandırmasın, alalım şu maçı rahatlayalım....

23 Mart 2010 Salı

Yazıklar Olsun...!

Blog'a 23 Mart 2010, saat 00.36 itibariyle atmış olduğum Yakışmadı...! postu esnasında Fenerbahçe resmi internet sitesinde başsağlığı mesajı yoktu. Saat 00.50 itibariyle baş sağlığı mesajı yayınladılar. Ama yayın tarihi olarak 22 Mart 2010 gösteriliyor.

Gerçekten yazıklar olsun. Kimi, neden kandırıyorsunuz ki?. Bu yaptığınız hiç baş sağlığı mesajı yayınlamamanızdan daha da ayıp değil mi?

Yakışmadı...!

Galatasaray'ımız Özhan Başkan'ını kaybetti. Türkiye'nin en büyük 3 kulübünden birinin eski başkanlarından birinin vefatı sonrasında ezeli rakiplerimizden (hem Beşiktaş hem Fenerbahçe'den) adam gibi bir baş sağlığı mesajı beklerdim. Vefat haberinin üzerinden 1 saat geçti ancak iki kulübün resmi internet sitesinde de herhangi bir baş sağlığı mesajı yok.
Yakışmadı..

Burcu Esmersoy

Burcu Esmersoy'un güzelliğini bir kenara bıraktığımızda, sunuculuğunu beğenen olduğu kadar beğenmeyen de vardır. Ama Burcu Esmersoy, NTV'de biraz önce Özhan Canaydın'ın gözleri dolmuş, ve titrek bir sesle verdi Başkan'ın vefat haberini ve programı kapatırken ağlamaya başladı.

Teşekkürler Esmersoy. İnsanlığın için...

Güle Güle Başkanım...

Hem Galatasaray, hem Türk futbolu için büyük kayıp. 26 senelik yaşamımda gördüğüm en centilmen, Süleyman Seba ile en adam gibi adam 2 futbol adamından biri oldu daima gözümde.

Çok özleyeceğiz seni Başkan'ım. Seneye 29 Ekim'de Türk Telekom Arena'ya ayak bastığımda ilk aklıma gelen, ve o gün boyunca anacağım tek insan olacaksın.

13 Mart 2010 Cumartesi

İtalya ve Şike?

Lecce yüzünden iddaa oynayan ve kuponu yatınca buna sebep olan takıma sallayan futbolseverlerden biri oldum sonunda. İtalya Seria B'de lidersin ve evinde ligin orta sıralarındaki bir takımla oynuyorsun. Hadi biri, ikiyi anladım ama adam ilk yarıda 4 gol (yazı ile dört) yer mi kardeşim?. Kesin satmışlar maçı demekten başka çare bırakmıyorsunuz bu yüzden bana :).

The Blues Festival

Başlığı atarken gerçekten de çok düşündüm çünkü Malouda bugünkü futboluyla tek başına manşetlere çıkmayı hak etmişti sonuna kadar. Ama The Blues’a olan düşkünlüğüm kişilerin önüne geçti yine ve Malouda’nın güzel oyununu da Chelsea’ye yorup, tüm takıma ilişkin bir başlık atmış buldum kendimi.

Chelsea’ye olan sevgimi çoğu arkadaşım yadırgıyor senelerden beri. Galatasaray taraftarı olup, 5-0’lık maçı gözleriyle gören ve bu acıyı bizzat yaşamış olan biri nasıl olur da Chelsea’yi destekler diye sorup dururlar bana her fırsatta. Bense her seferinde en baştan anlatmaya çalışıyorum bu sevginin nereden geldiğini. Öncelikle Chelsea’nin de tıpkı Galatasaray gibi 1905 yılında kurulduğundan başlayıp, futbolun gerçekten ne olduğunu yeni idrak etmeye başladığım ortaokul çağımın başlangıcında Zola’ya olan sevgim sayesinde bu takıma sempati duyduğumu anlatıp duruyorum. 1997 yılında Zola’lı Chelsea’nin FA Cup’ı aldığında bu maçı uydudan izlediğimi, 1998 yılındaki Uefa Kupa Galipleri Kupası’nı TRT’den takip ettiğimi de belirttiğimde anlıyorlar az çok bu sevginin çok öncelerden başladığını.

Henüz 26’sını devirmemiş olan Trabzonsporlu taraftarların dünya gözüyle bir şampiyonluk görmek istemelerine benzer şekilde ben de uzun süre Chelsea’nin şampiyonluğunu bekledim uzun bir süre. Allah’tan, Trabzonsporlu arkadaşlarımızdan daha şanslıydım ki Mourinho sayesinde şampiyonluk görmüş oldum.

İşte bu Chelsea, onlara duyduğum sevginin temel taşlarını atan Gianfranco Zola’nın çalıştırdığı West Ham United’ı Malouda’nın sol kanadı otobana çevirdiği ve Jonathan Spector’ın pestilini çıkarttığı, 2 gol attırıp bir de kendisinin attığı bir performans sergilediği Londra derbisi sonunda 4-1 ile geçip, Zola’yı eli boş, boynu büküp uğurladı evine. Bende ise, yine takım sevgisinin galip gelmesi nedeniyle, maç sonunda Zola’yı kendi üzüntüsü ile baş başa bırakıp galip gelen taraf olmanın verdiği mutluluğu yaşıyordum o anlarda…

7 Mart 2010 Pazar

The Captain

Saha dışı umrumda değil, önemli olan sahada, o çimlerin üstüne yaptıkların...

Seviyoruz seni Terry...

Yazı ile: yalnız beş...

Bazı takımlar için kendi evlerinde oynadıkları maçlar bambaşka olur. Bu takımlardan bırakın 3 puanı, 1 puan almak bile mucizedir. İşte Everton Aralık 2009'dan beri bu role büründü ve zindan oldu misafir takımlar için. Ligde kendi sahalarında oynadıkları son 8 maçı kaybetmediler. Hem de bu süreç içinde Manchester'ın iki düşman kardeşi United ve City'i ile Chelsea'yi evlerine elleri boş karınları tok gönderdiler.

İşte bu Everton, bugün yine acımadı ve 5 gol ile Goodison Park'ın çimlerine gömdü Hull City'i. Yakubu'nun kaçırdığı penaltı dahil en az attıkları kadar da net gol pozisyonunu harcadılar. Everton bugün galibiyetin yanında Mikel Arteta'yı da geri kazanmış oldu. İspanyol uzun süren sakatlığı sonrasında 2 gol ile kendine gelmiş oldu. Bu arada, Arteta'ya harika bir asist yapan Steven Pienaar ile harika bir gole imza atan Donovan'ı da unutmamak lazım...

Thomas Vermaelen

Arsene Wenger, sezon başında Vermaelen'i takıma katmak için ödediği astronomik bonservis bedeli yüzünden tepkilere maruz kalmıştı. Kasasında sınırsız paraya sahip takımlarından yıldız futbolcu transferi bekleyen taraftar için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu bu genç Belçikalı'nın transferi. Ancak, lig başlar başlamaz fikirleri değişmeye başladı yavaş yavaş. Sezonun ilk yarısında kritik zamanlarda kritik müdaheleleri bir kenara bırakın, maçların en kritik anlarında skoru değiştiren adam oldu çoğu kez. Bir defans oyuncusunun bir sezonda ortalama 1-2 golü olurken, Vermaelen daha sezonun bitmesine 10 hafta olmasına rağmen 7 gol gönderdi rakio filelere. Şimdi herkes Thomas'ın Premier Lig'in bir sezonda en fazla gol atan defans oyuncusu rekorunu ele geçirip geçiremeyeceği konuşuyor.

Rekor, 1995-1996 sezonunda West Ham United'ın defans oyuncusu Julian Dicks'e ait. Takımın penaltıcısı olan Dicks, bunun da yardımıyla attığı 10 gol ile en golcü defans oyuncusu statüsünde halihazırda. Bu rekoru kırmaya Joleon Lescott 2007-2008 sezonunda attığı 8 gol ile çok yaklaşmış ancak başarılı olamamıştı.

Bakalım Vermaelen bu rekoru kırabilecek mi?

6 Mart 2010 Cumartesi

Düşmeyen Portsmouth İstiyoruz...

Hafta içi mali borçlar yüzünden kayyuma devredilen Portsmouth'un Premier Lig'de tutunması çok zor gözüküyor. Çünkü, Diyarbakırspor'un Turkcell Super Ligi'nde bir saniye bile kalmayı haketmemesine rağmen hala küme düşürülmediği, tek bir puanının bile silinmediği Türkiye'nin aksine, futbolun mabedi İngiltere'de futbol federasyonu yüksek 9 puanını silinecek Portsmouth'un.

Bu haftaki kayyum haberine kadar Portsmouth'un Premier Lig'de tutunacağına yürekten inanıyordum. Son 6-7 haftada dışarıda olan bitene kulaklarını tıkayıp var güçleriyle ligde tutunmak için çalışan ve savaşan bir takım vardı her maçta sahada. Ve sadece 5 puan fark kalmıştı 17. sıradaki Wolverhampton ile aralarında...

112 yıllık asaletiyle Pompey'i teknik kadro, futbolcular ve taraftarlar ligte tutacaklardı. Ne yazık ki mucize gerçekleşmeyecek artık. Aptalca yönetim politikaları yüzünden seneye Championship'te izleyeceğiz kendilerini...

Ama Emre'nin gönlü ve içindeki futbol aşkı Pompey'den bambaşka bir mucize, bir savaş ve bir kahramanlık bekliyor. Bugün Birmingham'ı 2-0'la geçip adlarını yarı finale yazdırdıkları FA Cup'da Wembley'e kadar gidip o kupayı kaldırmalarını...

28 Şubat 2010 Pazar

Futbol Sahasında Deve Güreşi

Oynadığı Futboldan Zevk Almak

Keita'nın bu pozisyonda neden ve ne için güldüğü konusunda fikri olan var mı? :)

Kader’iniz Bu

Uzun süre sonra ilk defa bu kadar zevk aldım Ali Sami Yen’de izlediğim bir maçtan. Temponun hiç düşmediği, gol pozisyonu bolluğu yaşandığı bu maçı izleyip de keyif almayan tek bir futbol sever de yoktur herhalde. Bunun birkaç sebebi var aslında. Örneğin Galatasaray’ın maça uzun süre sonra ilk defa gerçek 4-3-3 dizilişi ile başlaması ve Kasımpaşa’nın açık futbolu.

Atletico Madrid maçının etkisinden kurtulamamış bir şekilde gittiğim Ali Sami Yen’de, Galatasaraylı futbolcuların bu etkiyi üzerlerinden tamamen atmış olmaları beni çok şaşırttı. Takımın gösterdiği istek ve arzu ile hırs, alınan 3 puandan ve atılan 4 golden çok daha önemli gözümde.

Maç hakkında uzun uzun konuşmak yerine, sadece birkaç kelam edeceğim yine.

Galatasaray’ın kadrosunu gördüğümde Ali Sami Yen’de izlediğim temposuz ve stres dolu günlerin sonunun geldiğini anlamıştım. Mehmet Topal’ın önünde Ayhan ve Keita-Gio-Arda-Jo dörtlüsü ile bol gol pozisyonuna girip farklı bir galibiyet alacağımız ümidi doğmuştu bir anda içimde. Nitelim öyle de oldu. İlk yarı boyunca en az 6-7 net gol pozisyonuna girip sadece 1 gol ile yetinmek zorunda kaldık. İkinci yarıya da gol kaçırma rekorunu geliştirmek için çıkıp, yine 4-5 tane gol pozisyonunu boşa harcadık, zaten o anlarda da Kasımpaşa’nın golü geldi.

Maç 1-1’e geldiğinde bu maçın böyle bitmeyeceği aşikardı. Çünkü ne Kasımpaşa tempoyu düşürmeye çalıştı ne de Galatasaray demoralize oldu. Golden sonra tempo daha da arttı ve Keita’nın harika golü, Jo’nun penaltısı ve Keita’nın perdeyi kapatan son golü ile birlikte dükkanı 4-1 ile kapatmış olduk bu pazar gününü...

Bu güzel maçın kahramanı ise şüphesiz Gio oldu. Harika bir futbol ortaya koydu ve Rıdvan Dilmen’in kulaklarını çınlattı.

Seviyoruz seni Giovanni Dos Santos!

Rıdvan Duy Bu Sesi..!

Rıdvan Dilmen'in son bir kaç aydır yanlı yorumlarına tanık oluyoruz hepimiz. O kadar yanlı yorumlar ki bunlar, Fenerbahçeli arkadaşlarım bile rahatsız oluyorlar. Fenerbahçe'nin galibiyeti ya da Galatasaray veya Beşiktaş'ın mağlubiyeti sonrasında yüzündeki o gülümseme yüzünden nefret ediyorum bu yorumcu bozuntusundan.

Fenerbahçe'nin yenildiği ve bizim de 3 puanı cebimize koyduğumuz bu güzel pazar akşamında televizyonu açtığımda Rıdvan'ın 5 karış surat, iğrenç bir ses tonu ve kurmaya çalışıp da kuramadığı cümleler sayesinde bir kat daha zevk aldım bu hafta sonundan.

Ha, bu arada Rıdvan Dilmen, Gio Dos Santos'un yeteneksiz bir futbolcu olduğunu, Galatasaray'a yakışmadığını (ki ona ne oluyorsa!!!), ona verilen paraların sokağa atıldığını anlatıp durdu 1 aydır.

Gio'nun harika futbolu sonrasında sorarım kendisine; "Ne oldu Rıdvan???"

26 Şubat 2010 Cuma

Dün Geceden Geriye Kalan

Dün gecenin şokunu üstümden atmak uzun bir zaman alacak sanırım. Bu kadar iş yoğunluğunun arasında iki dakikada bir penaltı pozisyonu aklıma geliyor ve yağdırmaya başlıyorum küfürleri. Maçı satan hakemler yüzünden bugün de günaha girmeye devam ediyorum anlayacağınız. Sabahtan beri her blogda pozisyona ve hakemlere ilişkin yazılar ve fotoğraflar atılıp duruyor, çünkü hepimizin içine oturdu gerçekten.

Ama ben dün geceden geriye kalmasını istediğim tek şey olan harika kareografiye ait bir fotoğraf ekleyeceğim, bir nebze dağıtır kafalarımızı belki de.

25 Şubat 2010 Perşembe

Göz Göre Göre...

Ne maç öncesindeki o heyecanımı anlatabileceğim uzun uzun, ne de maç hakkında uzun uzadıya analiz yapmaya çalışacağım. Bir hakemin, önündeki pozisyonu göre göre es geçti. Eğer o penaltı değilse dünyanın hiçbir yerinde penaltı falan çalmasınlar bundan sonra.

Bu mübarek kandil gecesinde bana ettirdiği küfürler ve ettiğim beddualar için girdiğim günahların hepsini kendisine havale ediyorum. İnşallah günün birinde yaptığı bu emek hırsızlığının cezasını kat ve kat çeker.

Fifa oyun kurallarında tanımlanan ve penaltıya sebebiyet veren 10 ihlal ile bitiriyorum yazıyı, çünkü daha fazla yazacak ne gücüm ne de moralim var.

Ceza sahası içinde;

(1) Rakibin üstüne çıkmak
(2) Rakibe küfür etmek,
(3) Topa dokunmadan önce rakibe vurmak,
(4) Rakibini bozmak,
(5) Rakibi çelme takmak ya da takmaya teşebbüs etmek,
(6) Rakibi tutmak,
(7)Topla eliyle bilerek oynamak,
(8) Rakibe vurmak ya da vurmaya teşebbüs etmek,
(9) Rakibe tükürmek,
(10) Rakibe tekme atmak ya da atmaya teşebbüs etmek...

Turlayalım

Hepiniz METİN gibi oynayın,
Yenilmektek sakın KORKMAYIN!!!
RUHUNUZU Koyun bugün ortaya,
ASLAN gibi çıkın sahaya,
ASLAN gibi çıkın sahaya...!

21 Şubat 2010 Pazar

6-2'den Tavşan Yapmak

Bu geceki Real Madrid - Villarreal maçının özetidir.

Cristiano Ronaldo hem attı hem attırdı hem de penaltı yaptırdı ve tavşanın oluşmasında başrolü oynadı. Kaka ve Higuain attıkları 2'şer golle tavşanı ortaya çıkardılar. Xabi Alanso da eksik olan kulakları ekledi gon golü atarak.

Barcelona kaçıyor Real Madrid kovalıyor. Gönüller bu kovalamanın bir an önce bitmesi ve Madridimizin liderliği ele geçirmesini ister. Umarım en kısa zamanda dilekler gerçek olur :)

Mucize Yaratmak...!


Çizgiyi Geçti mi?

Holosko'nun kafa vuruşu ve Franco'nun kurtarışı. Lig Tv'de Feyyaz Uçar çizgiyi geçmiş derken Hakan Ünsal çizgiyi geçmediği iddaa etti. Belki de ilk defa Hakan Ünsal ile aynı fikirdeyim. Topun tamamının çizgiyi geçtiğine inanmıyorum. (Lig TV'nin pierosunu bekliyoruz)

Öte yandan, top çizgiyi geçti mi geçmedi mi diye tartışırken Franco'nun harika kurtarışının kim vurduya gitmemesi lazım aslında.. 4 günde en az 5 kritik kurtarış yaptı Arjantinli. Kendine geldi mi dersiniz?

Bu arada Feyyaz Uçar'a da yazıklar olsun. Hakan Ünsal, Mehmet Topal'a yapılan müdahaleye penaltı derken Feyyaz da önce penaltı olduğunu kabul edip, oradan da yan hakemi zan altında bırakıyor ilk yarıda çizgiyi geçen topu görmediği için bunu da veremedi diyerek. Neden yan hakeme yükleniyosun, adamın alın terine laf söylüyorsun...
(edit: piero geldi, Gol değil..)

İstediğini Almak


Galatasaray’ın bu akşam İnönü’de yaptığını anlatacak en iyi iki kelime belki de. Forvet sıkıntısının baş gösterdiği, takımın ileri ucundaki Arda-Keita-Caner üçlüsünün yoğun maç trafiği nedeniyle yürüyecek hallerinin olmadığı bir dönemde, 4 gün içindeki ikinci önemli mücadeleden de alnının akıyla çıktı Aslanlarım. Belki çok yoruldular ama ruhlarını ortaya koyup inançla savaştılar bu gece de. Zaten onların Galatasaray formasını sırtlarında taşımanın en önemli nedeni de bu değil mi? Galatasaraylılık Ruhu..!

Maç başlamadan yaklaşık bir saat önce iki takımın da kadrolarını öğrendiğimde Frank Rijkaard’ın çıkartabileceği en iyi 11’i sürdüğünü düşündüm. Mustafa Denizli’nin ilk 11’i için ise aynı şeyleri söyleyemem kesinlikle. Bobo gibi bir silahın varken bu sezon sadece çatır çatır maaşını yemekle meşgul olan Nobre’yi oynatan Mustafa Denizli Rijkaard’ın aksine saçma sapan bir 11 sürmüştü sahaya.

Galatasaray Franco-Neill-Emre Güngör-Hakan Balta 5’lisinin önünde Topal-Barış-Elano-Keita-Caner 5’lisini monte edip en ucada Arda’yı yerleştirerek başladı maça. Herkes Rijkaard’ın Jo sürprizi yapmasını beklerken, O Jo’yu kulübede oturtmayı seçti. Naçizane görüşüm, Jo’nun kondisyonunun yeterli olmaması nedeniyle ilk 60 dakikayı gol yemeden atlatıp, son 30 dakika içinde Jo’yu oyuna sürüp, topu daha fazla ilerde tutmak ve sürpriz bir gol bulup Florya’ya 3 puanla dönmekti. Nitelim ilk 60 dakika içinde gol görmedi Galatasaray kalesinde. Ama bu demek değil ki, kalesinde pozisyon vermedi. Nobre’nin kaçırdığı iki net pozisyonun yanında Holosko’nun kafasını Franco çizgiden çıkarttı ilk 45 dakikada. İlk yarı sonunda Galatasaraylı futbolcular paparayı yemiş olacaklar ki, daha düzenli, daha sistematik ve en önemlisi daha organize başladılar ikinci yarıya. İkinci yarının ilk 15 dakikasında Elano’nun ayağından çıkan harika iki şut golün geleceğinin en önemli habercileriyle aslında.

Fularlı cici Hıncal Uluç’un “bu da hoca mı?” dediği Rijkaard, 60.dakikadan sonra Jo’yu oyuna sürerek haklı çıkarttı beni. Hıncal Uluç’a da kapak yaptı tabiri caizse. Galatasaray Jo’nun oyuna girişiyle ileride top tutmaya başladı, Jo’nun indirdiği topları kanatlara da yaymayı akıl ettiğinde ise Beşiktaş’ın konsantrasyonu bir anda koptu. İşte tam bu anda Büyün Kaptan öyle güzel bir gol attı ki (Beşiktaşlı arkadaşlar bu gollere Bobo sayesinde alışıklar bu tip gollere) golün olduğunu Arda’nın gol sevinci için bizimkilere koşmaya başladığında anladım.

Skor 1-0’a geldiğinde maçı koparttığımızı düşünmeye başlamıştım. Ama Arda’nın sakatlığı ve oyundan çıkmak zorunda kalması bütün düşüncelerimi tek kalemde silmeye yetti. Jo ile Arda’nın ikili oyunları ve bunların sonucunda Keita’ya atılacak ters toplar ile ikinci golü bulup soğuk duş etkisi yaratacakken Arda’nın oyundan çıkışı ile iyice geriye yaslanmak zorunda kaldık. Son 10 dakikaya kadar skoru korumayı başarmışken kardeşimin “ulan oralarda faul yapmayın!!!” nidalarını takiben Gio’nun saçma faulü geldi. Ve sonrasında da gol. 3 puan alıp evimize dönecekken 1 puana razı olmak zorunda kaldık ne yazık ki.

Sonuç olarak 1 hafta içinde oynanacak 3 önemli maçın ikisini kazasız belasız atlatmış olduk. Şimdi sıra sonuncusunda…

Son sözlerim de maçın yardımcı hakemlerine gelsin. Turkcell Süper Lig’de Aleks Taşçıoğlu kadar kendine güvenen bir yardımcı hakem daha görmediğimi çok net bir şekilde söyleyebilirim. Kararlarında o kadar kararlıydı ki, yüzündeki ifadeyi gören futbolcular itiraz bile edemediler doğru düzgün. Diğer yardımcı hakem Tarık Ongun da her pozisyon sonrasında verdiği kararın nedenini bıkmadan usanmadan anlattı hem Beşiktaşlı hem de Galatasaraylı futbolculara. Ve en önemlisi büyük bir hata yapmadan, başarılı bir şekilde bitirdiler 90 dakikayı…

19 Şubat 2010 Cuma

Yürüyedur...


2009 yılının son ayında herkes 2010’a nasıl ve nerede gireceğinin planını yaparken, bendeniz yeni yılın ilk altı ayının nasıl geçeceğini düşünüyordum. Bazılarınız denetim sektöründeki iş yoğunluğu ve çalışma şartları hakkında çevresindeki insanlardan birkaç kelam duymuştur tahminimce. Anlatılanların hiç abartı olmadığını, bu hayatın tam ortasında bulunan biri olarak rahatça söyleyebilirim. Aralık ayından bugüne kadar hafta içi hafta sonu ayrımı olmadan, günün ortalama 18 saatinin yoğun çalışma temposuyla geçtiği bir dönemin içerisindeyim. 8 senedir yaşadığım İstanbul’da, hem de evim Ali Sami Yen’in hemen yanı başında iken, ilk defa maç kaçırdım bu süreçte. Hatta dürüst olmak gerekirse kaçırılmaması gereken maçı (Galatasaray – Trabzonspor kupa maçı) kaçırmakla kalmayıp, o gün maç olduğunu unuttum. Bu süreçte ne gazete okuyabildim, ne internete girebildim. Emek verip her gün yazı yazıp sizlerde paylaştığım bu sayfaya tek bir satırlık yazı bile koyamadım.

Peki, bu yoğun dönem bitti mi? Tabi ki hayır… Haziran 2010’a kadar bu tempo devam edecek. Bundan sonra farklı olacak tek şey ise Muz Orta ve Gol’ün yayın hayatına geri dönmüş olması olacak. Bu konu hakkında sayfalar dolusu yazı çıkar aslında ama bir noktada durmak lazım sanırım.

İşte o nokta da Galatasaray oldu dün gece sayesinde…

D-Smart mucizesi sayesinde Cine-5’in ilk zamanlarını yad etmiş oluyoruz. Kahvehane köşeleri, kebapçılar ya da evinde dekoderi olan arkadaşların kapısının önünden ayrılmazdık maç olduğunda. D-Smart döneminde ise değişen tek şey evinde dekoderi olan arkadaşların yerini 18 yaş sınırını aşmanın verdiği delikanlılık duygusunun armağanı olan birahanelerin almasıydı. İşte yine bir D-Smart gününde, kardeşimin keşfettiği Öz Karedeniz Pidecisi’nde aldık soluğu. Vicente Calderón’da Galatasaray tribünlerinin yaktığı meşalelerin kokularının yerini lahmacun kokularının sardığı bu güzelim mekanda maçı izlemeye koyulduk.

Bazı Galatasaraylılar Madrid’den mağlubiyetle hatta belki de tarihi bir hezimet ile döneceğimizi düşünürken, bendeniz en az bir puan alacağımızı düşünüyordum. Maçtan önce tek korkum vardı, o da ilk 15 dakika içinde bir gol bulup öne geçmemizdi. Çünkü böylelikle uyuyan devi uyandırmış olacaktık ve maç tempo kazanacaktı. Ama Rijkaard o kadar iyi etüt etmişti ki karşı takımı, ilk 15 dakika oyunu soğutmak için her şeyi yaptık. Nitekim bunda da başarılı olduk aslında. Ama hiç ummadık bir anda Caner’in aynı pozisyon içindeki iki basit hatası ile bir anda geriye düştük.
Maç 1-0’a geldiğinde pidecideki herkes Galatasaray’dan gol beklemeye başladı. Bir an önce maçı beraberliğe getirip önce geçmeliydi Galatasaray. Böyle düşünenlerin aksine, ilk yarıda gol atmayıp ve de bir gol daha yemeyip soyunma odasına 1-0 geride gitmek çok mantıklı geliyordu bana. Çünkü ilk yarıda bulacağımız bir gol, Madrid’i tekrar hayata döndürecekti. Calderón’dan puanla çıkmamız için yapmamız gereken tek şey oyunu soğutmaktı. Oyun soğudukça Madrid’liler uyuyacak, onlar uyudukça tempo düşecek, tempo düştükçe ev sahibi futbolcuların konsantrasyonları dip yapacak ve Galatasaray da 80’li dakikalarda golü bulacaktı.
Yukarıda bahsetmiş olduğum bu senaryo bir anda realiteye dönüşüverdi. İkinci yarının ilk 15 dakikasında tempo yapmaya çalışan Atletico Madrid, Galatasaray’ın tempoyu düşürme çabalarına engel olamadı ve 60’ıncı dakikadan sonra uyku moduna geçti. Bu dakikadan sonra Keita ile Arda sazı yavaş yavaş ellerine almaya başladı ve ardından da Keita 76’ıncı dakikada golünü atıp tabelayı 1-1’e getirdi. İşte bu andan sonra “Noluyo lan?” diye düşünmeye başlayan Madrid telaşla saldırmaya başladı. İşte tam da bu telaş yüzünden neticeye gidemedi ve istediğimizi alarak ikinci 90 dakikayı beklemeye başladık.

Yazıya son noktayı koymadan önce son birkaç kelam etmek istiyorum. Elano’yu ilk geldiği günden beri en çok savunan benim sanırım arkadaş çevremde. O kadar emindim ki onun yeteneklerinden, çoğu kez en yakın arkadaşlarımla bile tartıştım sırf bu yüzden. Ama bugün gururla diyorum ki; Elano’ya, ilk geldiği günden beri söylemedik söz bırakmayan, küfürler yağdıran, hatta ve hatta futbolculuğunu sorgulayanların utanç gecesiydi dün akşam...

Yürüyedur Galatasaray…

18 Şubat 2010 Perşembe

Geri Dönüş...!


Nedenlerini sizlerde daha sonra paylaşacağım çok ama çok uzun bir aradan sonra, bu akşamki Atletico Madrid maçının bitiş düdüğünü müteakiben blog tekrar hayata dönüyor. Umarım güzel bir sonuç alırız ve blog için güzel bir dönüş olur...