4 Aralık 2009 Cuma

Afrika'da Gruplar

2010 Güney Afrika Dünya Kupası gruplarını belirleyen kura çekimi yapıldı. Ballı Domenech yine konuşturdu balını ve torba dezavantajına rağmen iyi bir gruba düştü. Ama Meksika ve Uruguay maçlarında temposuz futbollarını sürdürmeyi denerlerse üçüncü maçlar sonunda Air Fransa tarifeli seferi ile Fransa'ya hareket etmiş bulabilirler kendilerini.

Maradona'nın Arjantin'i ile İtalyan Capello'nun İngiltere'si gözü kapalı bir üst turdalar. İspanya ile Almanya'nın da kura sonuçları güzel ve muhtemelen ikinci maçlar sonucunda onlar da bir üst turu garantiler.

Ölüm grubu içi oyumu G Grubu için kullanıyorum. Brezilya, Fildişi Sahilleri, Portekiz ve Kuzey Kore'nin olduğu bu grupta gönlümden geçen Brezilya ile Fildişi Sahilleri'nin bir üst tura çıkması. Bu gözler Drogba'yı mümkün olduğunca çok izlemek ister.

Lastik Patladı...

Beşiktaş'ın lastiği patladı. Ligde oynadığı son 7 maçın hepsini kazanan, Ankaraspor karşısındaki hükmen galibiyet ile son 8 maçta toplam 24 puan toplayan Beşiktaş'a Diyarbakırspor dur dedi. Ankaraspor karşısındaki hükmen galibiyeti hariç son 7 maçta sadece 1 galibiyet ile 3 puan toplayabilen Ziya Doğan'ın öğrencileri, İnönü'de baskıya aldırış etmeden oyunu iyice daraltıp hızlı ve uzun toplarla çıkmaya çalıştılar. Mağlup olmama parolasıyla maça çıktıkları daha maçın ilk dakikasından itibaren anlaşılsa da galibiyeti getirecek gole oldukça yaklaştılar.

Beşiktaş'ın yoğun baskısı ile geçen ikinci yarıda Bobo'nun harcadığı mutlak gol pozisyonu ile Diyarbakırspor'da direkten dönen top maçın sonucunu etkileyebilecek en önemli anlardı.

Trabzonspor maçında kötü futbola rağmen 3 puan alan, İnönü'de Fenerbahçe karşısında İbrahim Üzülmez'in üstün performansıyla kazanan Beşiktaş'ın lastiğin bir yerde patlayacağını ve bu patlama sonrasındaki toparlanma sürecinin çok uzun süreceğini söyleyip duruyordum arkadaşlarıma.

Bu akşam lastik patladı. Bakalım dediğim gibi toparlanma süreci de uzun zaman alacak ve motor su kaynatacak mı? Puan kayıpları devam ederse Yıldırım Demirören ve Mustafa Hoca üzerlerinde hissedecekleri baskılara göğüs gerebilecek mi yoksa kontağı kapatacak ve bir başka bahara mı diyecekler?
Bekleyip göreceğiz.

2 Aralık 2009 Çarşamba

El Classico ve Kız İsteme

Bayram öncesindeki iki hafta gerçekten iş anlamında çok yoğun bir dönemdi benim için. Aslında 6 ay sürecek çok yoğun bir dönemin başlangıcıydı. Bu süreçte bloga yeterli önemi veremedim. Bu yoğunluğun neden olduğu zihinsel ve fiziksel yorgunluktan kurtulmak için harika bir fırsattı bayram benim için. Ancak, bayramın gelmesini iple çekmemin en önemli nedeni anne ve babaya duyulan özlemdi.

Her ne kadar bayram süresince muz orta ve gooool yazısız kalsa da, bayram süresince futboldan uzak kaldığım anlamına gelmemeli yukarıda saydığım nedenler. Blog’un öksüz kalmasının tek nedeni, canım ailemin teknoloji ile aralarının iyi olmaması nedeniyle koca 4 günü internet bağlantısı olmadan geçirmemdi.

İnternet olmadığı için maçları elimde not defteri ile izledim bir teknik direktör nidasıyla. Önce Bursaspor – Galatasaray maçı ile başladı hafta sonu futbol. Bu maç hakkında uzun uzun konuşmanın bir manası da yok aslında. Zevksiz, beraberlik kokan bir maç izlettirdiler bizlere. Büyük bir heyecanla tuttuğum not defterim maç bittiğinde yine bembeyaz sayfalardan ibaretti sadece.
Ama futbol tanrıları bu maçta çektiğim ızdırabı görmüş olacaklar ki, cumartesi günü önce W.Bremen – Wolfsburg ile Porstmouth - Manchester United maçları, daha sonra Aston Villa – Tottenham mücadelesini hediye ettiler bana. Bu son maç gerçekten harika bir tat bıraktı damağımda. İnanılmaz bir tempo, gol pozisyonları ve goller. Bu maç beni o kadar bağladı ki kendine, Fenerbahçe – Kasımpaşa maçının ilk 60 dakikalık bölümünü bölük pörçük izlemek zorunda kaldım ve Volkan’ın muhteşem performansını banttan izlemeye mahkum oldum.

Fenerbahçe’nin tam anlamıyla rezil futbol sergilediği son 30 dakikayı üzülerek izledim. Kasımpaşa akıllı ve korkusuz futbol oynadı ancak Daum’un bu takıma yaptıkları da Yılmaz Vural’ın ekmeğine yağ sürdü. Türkiye’nin en büyük iki takımından birinin böyle futbol oynamaya hakkı olmamalı kesinlikle. Büyük takım orta sahayı monopol haline getirip kendi çalıp kendi oynamalı, defans hattı OGS gişesi gibi değil, trafik kontrol noktası gibi çalışmalı bence. Ama Fenerbahçe bu saydıklarımdan herhangi birini birkaç dakikalık süre olsa bile beceremedi.

Cumartesi gecesi finalini Valencia’nın ve Sevilla’nın aptalca puan kayıpları ile yaptık ailecek. Valencia, Mallorca karşısında 1-0 öne geçtikten sonra oyunu yavaşlatıp maçın bu skorla bitmesi için çalışıp çabaladı ama Mallorca son 10 dakika içinde bulduğu gol ile El Classico’nun olduğu hafta sonunda Valencia’ya şımarma! mesajı verdi. Sevilla maçında da ayrı enteresanlıklar oldu. İlk yarıda Malaga’yı yiyip bitirir dediğim Sevilla soyunma odasına 2-0 geride girdiğinde idrak edebildi bu maçın önemini. İkinci yarıda tek kale oynayıp, baskının kralını yaptılar ama sadece 2-2’ye getirebildiler maçı.

Gelelim Pazar gününe… Everton – Liverpool derbisi ile başlayıp Arsenal – Chelsea derbisi ile devam edecek ve El Classico ile final diyecek Pazar gününe. Yakın arkadaşlarımızın nişanlanacak olması nedeniyle sabahın erken saatlerinde düştüm yollara ve Premier Lig’in iki derbi mücadelesini kaçırdım göz göre göre. Üstüne bir de El Classico’yu da %99 kaçıracaktım kız isteme faslı yüzünden.

Ama, ama beklenen olmadı çok şükür. Erkek tarafı gelmeden önce gidip yerimizi aldık nişan evinde. Gelin kızımızın kuzeni süper bir hamle ile salonun köşesinde duran televizyonu açıp El Classico için uzandı kumandaya. O dakikada bütün dualar erkek tarafının rötarlı olarak gelmesi ve ilk 45 dakikayı doya doya izlemek içindi. Ama damat ve ekibi maçın 20. dakikası oynanırken girdi kapıdan. El öpme, tanışma falan derken 10 dakika uçup gitti. Sonrasında ise totem yazımın kahramanı arkadaşım ile en uca geçip sinsi sinsi izlemeye çalıştık maçı. Misafirler fark etmesin diye fısıldayarak kritikler yapıp gol pozisyonlarında cool (!) takıldık. Nitelim, Real Madrid’in üstün oyununa rağmen ilk yarı berabere bitince (Ronaldo’nun kaçırdığı inanılmaz pozisyon yüzünden) 15 dakikalık kahve molası verdik.

İkinci yarıyı başlatan düdük çalmadan hemen önce kız isteme kısmına geçildi. Gelinin babasının saydığı koşullara kayıtsız şartsız evet diyen ve babaya istediği sözü veren damat cümlesini bitirdiğinde alkışlar ile çığlıklar, hıçkırıklar ile göz yaşları hakimdi ortamda.

Sonraki dakikalarda maça dönüp, en kuytu köşede maçı izlemeye çalıştık arkadaşlarla. Bir ara muhabbete dalıp gözümüzü televizyondan ayırmıştık ki, damat bir anda “Golll!! Barcelona attı golü!” diye bağırıncaya kadar. Kızı isteyen ve zor da olsa alan damat, bunun verdiği rahatlıkla maç izlemeye koyulmuş meğer...

Bütün yakın arkadaşlarım, Ibra’nın dünya üzerinde en çok beğendiğim ve sevdiğim futbolcu olduğunu, Barcelona’nın ise en sevmediğim takımlar arasında yer aldığını bilirler. Sezon başında Katalanlar transfer bombasını patlattığında büyük üzüntüye boğulmuştum sırf bu yüzden. Benim açımdan, Metin Oktay’ın Fenerbahçe’de ya da Rıdvan Dilmen’in Galatasaray’da oynamasından farksız bir durum bu. Zaten kafamdaki en önemli soruydu bu sezon başında. Ibrahimovic yüzünden Barcelona’yı daha çok sevme ihtimalim olabilir mi yoksa Ibra’ya olan sevgimin azalması olası mı?. Ama zaman geçtikçe baktım ki her ikisi de olasılık dahilinde değildi. Ta ki, Real Madrid maçına kadar. Zlatan’ın güzel vuruşu için tek kelime edemem ama gol olduğunda ağzımdan dökülen ilk sözler “bal gibi ofsayt be abicim” oldu. Yani içimdeki Barca nefreti ile Real Madrid sevgisi Ibrahimovic sevgimi ezdi geçti. Gole o kadar çok üzüldüm ki nişan yüzüklerinin takılışını kaçırıp sadece kurdela kesimine şahitlik edebildim.

Gece bittiğinde beni üzüntüğe boğan duygusal anların yaşandığı nişan töreninin yerine Real Madrid’in belki de Barcelona’ya karşı son 3-4 senedir en iyi futbolunu oynamasına rağmen mağlup olmasıydı…

1 Aralık 2009 Salı

Kargalar Soğuk Havada Donar mı?

Pazar'dan Salı'ya... Yazının gecikmesinin müsebbibi beera ile bende gizli... Enteresan bir benzetme olacak ama resmen Beşiktaş'ın gol yemediği dakika kadar zamanı yolda geçirdik beraber.

Son golünü ligde Kasımpaşa'dan penaltıdan yedi Beşiktaş... O maçın üstüne Eskişehirspor (D), Ankaragücü, Trabzonspor (D), Fenerbahçe ve Sivasspor (D) maçlarını oynadı. En iyimser tahminle Beşiktaş'ın 7-10 puan arasında toplayabileceğini ve en az 5 gol yiyeceğini düşünenler çoğunluktaydı. Ancak 15 puanı kaptı götürdü Beşiktaş en iyi orta saha kurgusuyla oynayarak.

Artık kemikleşmiş cümleleri tekrar etmenin manası yok. Bu takımdaki olumlu değişiklik kesinlikle en uçtaki adamın Bobo olarak değişmesi, zira Nobre son golünü geçen sene Hacettepe'ye 07 Mart 2009'da atmıştı. Zaten Nobre'nin yönetime küfür edilmesini sağlayan yeni sözleşmesinin imzalandığı tarih de 24 Nisan 2009. Pancu'nun da benzer sebeplerden dolayı Beşiktaş'da sıkıntıya girdiğini unutmamak lazım. Bu nokta Beşiktaş'da oyuncu yönetimi konusunda bilgisizliğin ve tecrübe eksikliğinin göstergesidir.

Ekrem Dağ gibi kabiliyetine kota konmuş futbolcular Beşiktaş tarihinde fazlasıyla yer almıştır. Anadolu kulüplerinin ortada sıkışmış topçularını Beşiktaş rotasyona sokar ve onlardan ortalama bir kral yaratmaya çalışır. Aslında buraya klasik olan cümleyi oturtmak gerekirü "savaşı generaller değil askerler kazanır". H.Cuper'in de kovulmadan önce böyle bir laf ettiğini hatırlıyorum Inter’de. 2000'lerin başında kadrosu ciddi ciddi generaller ordusuydu Inter’in ama aldığı sonuçlar tam anlamıyla rezillikti. İşte bu yüzden, her takımın Ekrem Dağ gibi erlere ihtiyacı var.

Maçın analizine gelemedik aforizmalarla uğraşmaktan. Top rakipteyken Beşiktaş nasıl ahtapot gibi kapanacağını biliyor, kanatlardan göbeğe kadar oyunu istediği yere sıkıştırabiliyor, rakibi oyunu yelpaze gibi açıyor da olsa (bkz. Manchester United) kademe anlayışı ve Ernst-Fink ikilisinin maçın tamamına yakınında bunaltıcı baskıları oyun yapısını hep bozuyor rakibin. Musa Aydın'ın ve Sezer Badur'un maç boyu bir-iki pozisyon haricinde gözükmemesinin nedeni de bu. Ek olarak Tabata'nın da öne doğru oynamak istemesi ve sayısı bir elin parmağını geçmese de risk almak istemesi güzeldi... Ama Delgado'yu bu kadar çok özleteceğini hiç düşünmemiştim açıkçası.

Nihat'la futbolcuları bitirelim isterseniz. Bence bu sezon bu kadar isteksiz ve güçsüz bir oyuncu daha yok Beşiktaş'da. Ya tatilden ya da askerden dönememiş hala maalesef. Döndüğü gün (bir gün döner inşallah!) bayramımız olsun... İbrahim Kaş'ın Nihat'dan daha fazla isabetli pas ve orta hatta asisti yapmasının nedeni, Nihat'ın toptan sürekli kaçması ve sağ çizgiye hapsolmuş şekilde orta sahanın önünde oynamasıdır. Bir teknik direktör güven kazandırmak uğruna 1 kişi eksik oynamayı göze almamalı bence. Bobo ve Tello yavaş yavaş kendilerini bulurken, bir de Holosko ve Delgado döndüğünde yabancı kontenjanı hesaplarının baş ağrıtacağı kesin. Ancak, bu ince hesaplar Nihat'ın forma şansı bulması için tek fırsat olabilir.

Son paragraf; fotoğrafını masama koymak istediğim Mustafa Denizli için... Kendisine inancım kalmadığı her anda tövbe edip Mustafa yoluna girmekten yoruldum. Kendisi yüzünden bu sene her küfürümü geri alıp cebime koydum, şimdi de vesikalığını büyütüyorum Denizli'nin. Her sinirlendiğim anda onun fotoğrafına bakıp feyz almayı umuyorum. Şampiyonlar Ligi’de 4 puan ve ligde üst üste 24 puan. Bildiği varmış demek ki "kargalar bana yol gösteremez" sözünü sarf ederken.

p.s. Muhtemelen 2 aya kadar kendisini yine "yaratıcılıktan uzak, yaşlanmış antrenör" olarak nitelendireceğim ama bunu bana sezon sonunda yedireceğinden emin olmaya başladım.