2 Aralık 2009 Çarşamba

El Classico ve Kız İsteme

Bayram öncesindeki iki hafta gerçekten iş anlamında çok yoğun bir dönemdi benim için. Aslında 6 ay sürecek çok yoğun bir dönemin başlangıcıydı. Bu süreçte bloga yeterli önemi veremedim. Bu yoğunluğun neden olduğu zihinsel ve fiziksel yorgunluktan kurtulmak için harika bir fırsattı bayram benim için. Ancak, bayramın gelmesini iple çekmemin en önemli nedeni anne ve babaya duyulan özlemdi.

Her ne kadar bayram süresince muz orta ve gooool yazısız kalsa da, bayram süresince futboldan uzak kaldığım anlamına gelmemeli yukarıda saydığım nedenler. Blog’un öksüz kalmasının tek nedeni, canım ailemin teknoloji ile aralarının iyi olmaması nedeniyle koca 4 günü internet bağlantısı olmadan geçirmemdi.

İnternet olmadığı için maçları elimde not defteri ile izledim bir teknik direktör nidasıyla. Önce Bursaspor – Galatasaray maçı ile başladı hafta sonu futbol. Bu maç hakkında uzun uzun konuşmanın bir manası da yok aslında. Zevksiz, beraberlik kokan bir maç izlettirdiler bizlere. Büyük bir heyecanla tuttuğum not defterim maç bittiğinde yine bembeyaz sayfalardan ibaretti sadece.
Ama futbol tanrıları bu maçta çektiğim ızdırabı görmüş olacaklar ki, cumartesi günü önce W.Bremen – Wolfsburg ile Porstmouth - Manchester United maçları, daha sonra Aston Villa – Tottenham mücadelesini hediye ettiler bana. Bu son maç gerçekten harika bir tat bıraktı damağımda. İnanılmaz bir tempo, gol pozisyonları ve goller. Bu maç beni o kadar bağladı ki kendine, Fenerbahçe – Kasımpaşa maçının ilk 60 dakikalık bölümünü bölük pörçük izlemek zorunda kaldım ve Volkan’ın muhteşem performansını banttan izlemeye mahkum oldum.

Fenerbahçe’nin tam anlamıyla rezil futbol sergilediği son 30 dakikayı üzülerek izledim. Kasımpaşa akıllı ve korkusuz futbol oynadı ancak Daum’un bu takıma yaptıkları da Yılmaz Vural’ın ekmeğine yağ sürdü. Türkiye’nin en büyük iki takımından birinin böyle futbol oynamaya hakkı olmamalı kesinlikle. Büyük takım orta sahayı monopol haline getirip kendi çalıp kendi oynamalı, defans hattı OGS gişesi gibi değil, trafik kontrol noktası gibi çalışmalı bence. Ama Fenerbahçe bu saydıklarımdan herhangi birini birkaç dakikalık süre olsa bile beceremedi.

Cumartesi gecesi finalini Valencia’nın ve Sevilla’nın aptalca puan kayıpları ile yaptık ailecek. Valencia, Mallorca karşısında 1-0 öne geçtikten sonra oyunu yavaşlatıp maçın bu skorla bitmesi için çalışıp çabaladı ama Mallorca son 10 dakika içinde bulduğu gol ile El Classico’nun olduğu hafta sonunda Valencia’ya şımarma! mesajı verdi. Sevilla maçında da ayrı enteresanlıklar oldu. İlk yarıda Malaga’yı yiyip bitirir dediğim Sevilla soyunma odasına 2-0 geride girdiğinde idrak edebildi bu maçın önemini. İkinci yarıda tek kale oynayıp, baskının kralını yaptılar ama sadece 2-2’ye getirebildiler maçı.

Gelelim Pazar gününe… Everton – Liverpool derbisi ile başlayıp Arsenal – Chelsea derbisi ile devam edecek ve El Classico ile final diyecek Pazar gününe. Yakın arkadaşlarımızın nişanlanacak olması nedeniyle sabahın erken saatlerinde düştüm yollara ve Premier Lig’in iki derbi mücadelesini kaçırdım göz göre göre. Üstüne bir de El Classico’yu da %99 kaçıracaktım kız isteme faslı yüzünden.

Ama, ama beklenen olmadı çok şükür. Erkek tarafı gelmeden önce gidip yerimizi aldık nişan evinde. Gelin kızımızın kuzeni süper bir hamle ile salonun köşesinde duran televizyonu açıp El Classico için uzandı kumandaya. O dakikada bütün dualar erkek tarafının rötarlı olarak gelmesi ve ilk 45 dakikayı doya doya izlemek içindi. Ama damat ve ekibi maçın 20. dakikası oynanırken girdi kapıdan. El öpme, tanışma falan derken 10 dakika uçup gitti. Sonrasında ise totem yazımın kahramanı arkadaşım ile en uca geçip sinsi sinsi izlemeye çalıştık maçı. Misafirler fark etmesin diye fısıldayarak kritikler yapıp gol pozisyonlarında cool (!) takıldık. Nitelim, Real Madrid’in üstün oyununa rağmen ilk yarı berabere bitince (Ronaldo’nun kaçırdığı inanılmaz pozisyon yüzünden) 15 dakikalık kahve molası verdik.

İkinci yarıyı başlatan düdük çalmadan hemen önce kız isteme kısmına geçildi. Gelinin babasının saydığı koşullara kayıtsız şartsız evet diyen ve babaya istediği sözü veren damat cümlesini bitirdiğinde alkışlar ile çığlıklar, hıçkırıklar ile göz yaşları hakimdi ortamda.

Sonraki dakikalarda maça dönüp, en kuytu köşede maçı izlemeye çalıştık arkadaşlarla. Bir ara muhabbete dalıp gözümüzü televizyondan ayırmıştık ki, damat bir anda “Golll!! Barcelona attı golü!” diye bağırıncaya kadar. Kızı isteyen ve zor da olsa alan damat, bunun verdiği rahatlıkla maç izlemeye koyulmuş meğer...

Bütün yakın arkadaşlarım, Ibra’nın dünya üzerinde en çok beğendiğim ve sevdiğim futbolcu olduğunu, Barcelona’nın ise en sevmediğim takımlar arasında yer aldığını bilirler. Sezon başında Katalanlar transfer bombasını patlattığında büyük üzüntüye boğulmuştum sırf bu yüzden. Benim açımdan, Metin Oktay’ın Fenerbahçe’de ya da Rıdvan Dilmen’in Galatasaray’da oynamasından farksız bir durum bu. Zaten kafamdaki en önemli soruydu bu sezon başında. Ibrahimovic yüzünden Barcelona’yı daha çok sevme ihtimalim olabilir mi yoksa Ibra’ya olan sevgimin azalması olası mı?. Ama zaman geçtikçe baktım ki her ikisi de olasılık dahilinde değildi. Ta ki, Real Madrid maçına kadar. Zlatan’ın güzel vuruşu için tek kelime edemem ama gol olduğunda ağzımdan dökülen ilk sözler “bal gibi ofsayt be abicim” oldu. Yani içimdeki Barca nefreti ile Real Madrid sevgisi Ibrahimovic sevgimi ezdi geçti. Gole o kadar çok üzüldüm ki nişan yüzüklerinin takılışını kaçırıp sadece kurdela kesimine şahitlik edebildim.

Gece bittiğinde beni üzüntüğe boğan duygusal anların yaşandığı nişan töreninin yerine Real Madrid’in belki de Barcelona’ya karşı son 3-4 senedir en iyi futbolunu oynamasına rağmen mağlup olmasıydı…

Hiç yorum yok: