27 Şubat 2009 Cuma

Meira ve 12. Saniye


Bugün ilk önce hangi gazete "en erken gol" manşeti atacak derken bomba Milliyet'ten geldi.

Onlara göre Meira'nın hatası ile gelen gol Avrupa kupalarındaki en erken gol rekoruna ortak oldu.

Bir kaç kez isimini vermek istemediğim bir gazetenin spor servisinde yazıların nasıl çıktığına şahit olmuştum. Haberlerin copy paste mantığı ile başka haber sitelerinden alınıp nasıl birleştirildiğine, fotoğrafların nasıl başka sitelerden alınıp ufak rötuşlarla kendi çektikleri fotoğraflarmış gibi yanınlandığına.

Milliyet'te, girmiş internete, aratmış "the fastest goal in cup history" diye. Karşısına önce Hakan Şükür'ün 2002 'de Dünya Kupası tarihine geçen 10.saniyedeki golü, hemen ardından da Roy Makaay'ın 2007 yılında Şampiyonlar Ligi'nde Bayern formasıyla Real Madrid'e 11. saniyede attığı golü çıkmış.

D-smart tarafından verilen maçın görüntülerini inceleyip, golün olduğu anda durdurmuş, ekranda 11.saniyeyi görüp hemen koymuş haber diye.

Ama işin aslı farklı.

Uefa resmi internet sitesine göre gol 12.saniye içerisinde atılmış.

Yani avrupa kupalarındaki en hızlı gol değil, en hızlı ikinci gol...

Kupa, kupa olunca...




26 Şubat 2009 Perşembe

Rakı > Şarap


Maç öncesinde geleneksel uğurumuz olarak, maçın başlamasına 5 dakika kala hepimiz yine bir Tromsö havası sezme rutinini gerçekleştirmiştik. Az daha bu uğur ters tepip elenmemize neden oluyordu.

Galatasaraylı ya da Fenerbahçeli taraftarlar, Avrupa'nın tadına vardıkları için bir başka oluyorlar böyle maçlarda.

Lig maçlarında çekirdek yemeyi bağırmaya tercih eden, kupa maçlarına gitme tenezzülünde bulunmayıp maçları evinden izleyen Türk seyircisi.

Maçı başlatan düdük çaldığında, maçın başlama anından bitişine kadar rakip takım üzerinde baskı kurma niyetindeki tribünler golün nasıl geldiğini anlayamadılar.

Sonrasında ise hem tribunlerde hem de sahadaki futbolcularda büyük telaş hakimdi.

Gol sonrasındaki 40 dk bir türlü top yapamayan Galatasaray, yine kimsenin nasıl olduğunu anlamadığı bir golle durumu 1-1 e getirdi. (Gece televizyondan tekrarını izleyince Bordeaux defansının falso alan topu neden ıska geçtiğini daha iyi anlamış olduk.)

Golden 1 dk sonra yine kimsenin anlamadığı, hatta gol olduğunda en başta sevinmediği, Kewell'ın yedek kulübesine koştuğunu görünce idrak ettiği bir gol oldu.. İngilizlerin tabiriyle top corner'a giden bir şutla.

İkinci yarı ise kaçan gollerle başladı. Önce Sabri'nin 3'e 1 giderken Lincoln ile Baros'un arasına attığı top, sonra Baros'un kaçırdığı 2 net pozisyon. ( Burada Baros'a da ayrı bir parantez açmak lazım. Seyirci bu adam neden bu kadar yoruldu diye mırıldandı son 20 dk, aslında maçın en çok koşan adamıydı kendisi.)


3-1 den sonra her şey bitti derken, hatta maç 5-6 olma yolunda ilerken yine kimsenin anlayamadığı, 1.5 dk içinde gelen 2 gol. Gol olduğuna inanamayanları kendine getiren skorboard oldu.

Ne olduysa benim için gayet fulu geçen, sadece Sabri'nin vuruşunu hatırladığım son 15 dk içinde oldu.

Dağlara, taşlara vuran Sabri yine dağlara,taşlara vurdu. Ama Allah'tan, bu sefer dağ kale, taş meşin yuvarlaktı.

Bir anlık da olsa Arda'nın kalecinin görüş açısını kapattığı için ofsayt olduğunu düşündük. Ama yan hakem düşünmedi...En güzelini de yaptı...

Sonuçta, yine kimsenin nasıl olduğunu anlamadığı bir şekilde tur geldi.

Galatasaray'ın öğrenmesi gereken şey takım savunması. Savunma yapabildiğimiz anda zaten muhteşem bir ileri uca sahip olmamız nedeniyle tur kapılarını teker teker aralamak işten bile değil...

25 Şubat 2009 Çarşamba

El Niño


Torres sonunda Madrid sokaklarında.

Şampiyonlar Ligi Grupları belli olduğunda Atletico Madrid ile Liverpool'un aynı grupta olması, ilgi çekici ve bütün dünyanın dikkatle izleyeceği maçların oynanacağına işaret ediyordu. Bir tarafta futbolu öğrendiği, Torres'i Torres yapan eski takımı Madrid ekibi, bir taraftan vücudunda dövmesini taşıyacak kadar çok sevdiği yeni takımı Liverpool.

Heyecanla beklemiştim bu karşılaşmaları. Kura çekiminde iki hafta arayla iki maç yapacak olmaları da heyecanımın geçmesine dur diyecek, daha da artmasına neden olacaktı şüphesiz.

Ama ne olduysa Madrid kentinde oynanacak ilk maçtan önce oldu. Torres'i Vicente Calderón'da izleme hevesim kursağımda kaldı. Torres'in sakatlık haberi yıkmıştı adeta beni. Biramı alıp, çerezimle Ertem Şener'e rağmen muhteşem maçlar beklerken beni, bir anda ne bira ne çerez ne de muhteşem maçlar kalmıştı elimde avucumda. Kalan tek şey muhteşem(!) yorumlarıyla, Ronaldinho fanatiği Ertem Şener olmuştu.

Kendimi, Torres'in sakat olmasına rağmen Madrid'e giderek Vicente Calderón'da seyirciyi selamlayacağını görme umuduyla avutuyordum. Ama Torres, sakatlıktan 3 gün erken dönme pahasına, Madrid başkanı Cezero'nun davetini geri çevirerek sakatlığının daha çabuk iyileşmesi için uçağa binmemesi gerektiğini belirttiğinde, Madrid seyircisinin gözünde efsane olma şansını azalttı diye düşünmüştüm.

Madrid'in oynayıp Liverpool'un izlediği ilk maç, 1-1 ile bittiğinde aklımda kalan tek sahne ise, maç bitiminde Madrid tribünlerinden Torres tezahüratlarının yükselmesiydi.

3 günün hesabını yapıp Madrid'e gitmeyen Torres için evdeki hesap çarşıya uymasa gerek ikinci maçta da sakatlığı nedeniyle oynayamadı. O maçta ise Atletico'nun her şeyi ile hakettiği maçta Gerrand'ın "Tanrı'nın Eli" ile attığı beraberlik golünde, televizyon Torres'in nasıl sevindiğini gösterdiğinde, Torres için hayatın artık sadece Liverpool olduğunu görmüş oldum.

Torres rötarlı olarak Madrid sokaklarında dolaşıyor 2 gündür. Ama bu sefer ne kendisini Torres yapan Vicento Calderón'da, ne de kendisini taparcasına seven Atletico taraftarı karşısında oynadı futbolunu.

Kendisini, Atletico seyircisine affettirmek için iki önemli fırsat geçmişti eline. Birincisini çok kötü kullandı:

Atletico Madrid kariyeri boyunca tek bir gole imza atamadığı Santiago Bernabéu'da yine boş geçti ve geleneği bozmadı.

Oyundan çıkarken Benitez'e bakışları moral bozukluğunu anlatmaya yeterliydi.

Liverpool 82.dk'da bulduğu golle Robben'e atamazsan biz atarız dedi ve aldı 3 puanı, koydu cebine, gidiyor evine.

Bakalım, Anfield Road'taki rövanş maçında Madrid karşısında gol ya da gollerle bulaşabilecek mi "The Kid"?

Paulo Maldini nam-ı diğer Il Capitano

Geçenlerde AC Milan ile Genoa arasındaki maçı izliyorum arkadaşlarla. İçlerinden bir arkadaşım başladı Milan’ın ne kadar yaşlı bir takım olduğundan bahsetmeye. Başladığı zaman da öyle hemen bitirmez cümlesini, anlattıkça anlatır, konuştukça konuşur. İmdadımıza Maldini yetişti Allah’tan. Heyecan içinde telaşlı telaşlı konuşurken, Maldini’nin topu ayağının altından kaçırmasıyla; “şu Maldini 40’ına gelse de bıraksa artık futbolu” cümlesini çıkarıverdi ağzından. Bir türlü bulamadığımız acil çıkış kapısını kendi elleriyle göstermiş oldu bizlere. 1968 yılında doğmuş bir insan nasıl olurda hala 40 yaşına gelmemiş olur.

Hemen lafını daha doğrusu kurmaya başlayıp bir türlü nokta ile bitiremediği cümlecikler topluluğunu soruların çalıştığım yerden gelmesinin de büyük etkisiyle bir çırpıda kesip başladım anlatmaya.

Paolo Maldini, diğer bir efsane Cesare Maldini’nin 26 Haziran 1968 yılında dünyaya gelmiş olan oğlu.

Her ne kadar Alessandro Costacurta diye ısrar eden arkadaşlarım olsa bile AC Milan tarihinin en efsane savunma oyuncusudur kanımca.

Il Capitano, biraz da babasının yönlendirmesiyle çok küçük yaşta tanışır futbolla. AC Milan altyapısında geçen yıllardan sonra 16 yaşında A takıma yükselir. Türk insanının kafa yapısına çok benzettiğim İtalyanlar da Türkiye’de dönen dayımın kızı, eltimin oğlu, bacanağımın baldızı muhabbetlerinin benzeri bir torpil mantığı ile Babası’nın Oğlu olduğu için A takıma yükseldiğini düşünürler ilk başlarda. Ancak baba torpili ile İtalya 21 yaş Altı Milli Takımında 16 yaşında oynaması da mümkün değildir.

Maldini küçük yaşta giydiği AC Milan formasını bir daha da çıkartmadı üstünden. En verimli dönemleri diyerek belirli bir yaş aralığı vermek isterdim; ama verimsiz olduğu bir dönem hatırlamıyorum nedense. Tek hatırladığım 2001 yılında verdiği bir röportajda çok verimli bir süreç geçirdiğini ve 2002 yılında zirvedeyken futbolu bırakmayı düşündüğünü belirtmesidir. Sanırım 2012 yerine sehven 2002 demiş kendileri. Şunun şurasında ne kaldı ki 2012’ye? Her sezon sonunda İtalyan medyası tipik başlık olarak Il Capitano aktif futbol yaşantısına veda ediyor cümlesini kullanır 5-6 senedir. Onlar bu başlığı atmaktan Maldini de futboldan bıkmadı hala.

Maldini’nin hala sonlandırmadığı futbol yaşantısında kazandığı kupaların sayısı hayli fazla. Kırdığı rekorlar da yanında bonus bu koca yaşantının.

Serie A’da çıktığı maç sayısı 600’ü toplamda da 800’ü çoktan geçen Kaptan’ın İstanbul’da Liverpool’a 50. saniyede attığı gol O'nun Şampiyonlar Ligi’nin en erken golüne imza atan oyuncusu unvanını kazanması sağlamıştır.

Milan taraftarının futbolu bırakmasını istemediği Maldini’nin son kararı bu sezon sonunda futbolu bırakmaktır. Di Milan (Milanlı) olarak da bilinen Kaptan’ın forması jübilesi ile beraber müzeye kaldırılacaktır. 3 numaralı formayı müzeden sadece Il Capitano’nun oğulları ve daha sonraki nesillerde futbolcu olacak biri çıkarabilecektir. Şu an için buna en yakın aday olarak Maldini’nin oğlu, AC Milan altyapısında oynayan Christian gözükmektedir.

Gelelim Paolo Maldini’nin benim için ifade ettiklerine.

Maldini merakı ilkokul yıllarında bir arkadaşımın Milan – Ajax maçı sonrası okulda “Maldini Abi” çok güzel savunma yapıyor diye kurduğu cümle ile başladı. Bu arkadaşımın futbolla hiçbir alakası olmayan bir kız olması, sadece yakışıklı olduğunu düşündüğü için böyle bir cümle sarf ettiği aklımın ucundan bile geçmemişti. Halbuki AC Milan Ajax’a 2-0 ile boyun eğmek zorunda kalmıştı.

Maldini merakı EA Sports’un hayatımıza kazandırdığı Fifa 98 ile doruğa ulaşarak artık merak olmaktan çıkıp sevdaya dönüşmüştü. Defans önünde kestiği toplarda orta sahayı geçtikten sonra yaptığı vuruşlarla gol sayısı bir sezonda 10-12 arasında gidip gelirdi oynadığım zamanlarda.

Büyük Kaptan Bülent Korkmaz’ı hatırlatması da 2000’li yıllardan sonra benim için daha da önemli kıldı Maldini’yi. Giydiği forma numarası, saçları, her röportajında bahsettiği Milan sevgisi. Kaptan'ın formasını, Galatasaray sevgisini çağrıştırırdı bana.

Büyük Kaptan futbolu bıraktıktan sonra daha da bağlandım ona. Sanki Maldini’yi izlediğimde Büyük Kaptan’ı unutmuyor, onun hala futbol oynadığını düşünerek kendimi avutuyordum. Hala da öyle yapıyorum. AC Milan’a karşı bir sempatim olmamasına, hatta Galliani yüzünden nefret dolu olmama rağmen sadece Maldini için izliyorum maçlarını.

Sezon sonunda futbolu bırakacağını açıkladığında sezon sonu gelmemesi için dua etmeye başlayan, Büyük Kaptan’a duyduğum özlemi nasıl dindireceğini kara kara düşünürken, yardımıma Galatasaray’ın efsanesi, Büyük Kaptan’ın kendisi yetişti.

O’nu Ali Sami Yen’in kapalı tribünden canlı canlı görebilecek, saha içinde olmasa da saha kenarındaki oyununu izleyecek, onu her maç Büyük Kaptan diye tribünlere çağırabilecek olmak yeterli mutlu olmak için. Teknik kapasitesi, oyunu okuyuşunu tartışmak düşünmek istemiyorum şu anda.

Maldini’den bahsederken bile konu Galatasaray’a geliyor ise; Maldini’nin Galatasaray ile oynanan ve 3-2 kazandığımızda ağzından çıkan şu sözler kapanış için yerinde olacaktır.

“Hiçbir güç beni bu statta 25.000 kişinin olduğuna inandıramaz! Dida’yı bir kez bile duyamadım.”