31 Ekim 2009 Cumartesi

İngiltere Premier Lig İstatistikleri

Bugün, Avrupa'nın en önemli liglerinin 2009-2010 sezonu istatistiklerine ayırmaya karar verdim.

Öncelikle Premier Lig'den başlıyorum.

10. haftası geride kalan lig Chelsea'nin liderliğine sahne oluyor. Ancelotti oynattığı futbolla beni her hafta şaşırtmaya devam ediyor.

Ancak, bu sezon şampiyonluk o kadar kolay gözükmüyor. Son yılların en çekişmeli maratonunu yaşayacağız şüphesiz. Chelsea ve Manchester United için Liverpool ve Arsenal'in yanısıra Tottenham ve Manchester City ciddi rakip olacaklar şampiyonluk yarışında.

Bugüne kadar toplam 96 maç oynandı bu ligde. Bu maçların 52'si ev sahibi, 29'u da deplasman takımının galibiyeti ile sonuçlanırken 15 maç beraberlik ile sonuçlandı. Ev sahibi takım galibiyet oranı %54, deplasman galibiyet oranı ise %30 olarak gerçekleşti.

Lig'de toplam 287 gol atılırken, maç başına 2.98 gol ortalamasına ulaşıldı. Maçların %58'inde 2.5 üstü gol atılırken %42'sinde gol sayısı 2.5 altında kaldı. Ev sahibi takım gol ortalaması 1.76 deplasman takımı gol ortalaması ise 1.22 olarak gerçekleşti. Bu süreçte en golcü takım ağlara bırakılan 29 golle Arsenal olurken, Porstmouth 5 gol ile en az gol atan takım ünvanını kimselere bırakmadı. Öte yandan, Chelsea ile Aston Villa 8'er golle en az gol yiyen takımlar oldular. Lig lideri Chelsea'nin bu 8 golün 7'sini deplasmanda yemiş olması enteresan bir istatistik olarak göze çarptı. Kalesinde en çok golü gören takım ünvanını ise Burnley, Blackburn Rovers ve Hull City paylaştı.

Gol krallığında El Niño 9 golle ilk sırada ancak Sunderland'ın her şeyi Darren Bent ile Didier Drogba attıkları 8'er golle ensesinde Torres'in. Asist krallığında Fabregas 9 asistle lider iken Drogba'nın attığı 8 golün yanı sıra 7 asist yapması önemli bir istatistik.

10 hafta sonunda Manchester United 17 sarı 2 kırmızı kart ile centilmenlik liginin en alt sırasında yer alması geçen sezonki Beşiktaş'ı hatırlatıyor açıkçası. Aynı Manchester United 75.088 kişilik ortalama seyirci sayısıyla, en yakın rakibi Arsenal'in (59.666 kişi) önünde lig maçlarında en çok seyirci çeken takım ünvanını kimselere bırakmamış.

Blogda daha önceki dönemlerde attığım bir postta belirttiğim üzere, geçen sezon itibariyle İngiltere Premier Ligi'nin en uzun oyuncuları; 1.98 metrelik boyları ile Sunderland kalecisi Marton Fulop, Portsmouth kalecisi Amir Begovic, Peter Crouch ve Aston Villa'lı Zat Knight idi. Ancak bu sezon ise Wolverhampton'lı Stefan Maierhofer 2.02 metrelik boyu ile ligin kulesi ünvanını ele geçirdi.

Bitirirken kısa bir not :Tuncay'ın takımı Stoke City 146 yıllık geçmişi ile Premier Lig'in en köklü kulübü olurken Chelsea 104 yıllık tarihi ile ligin en çömez ikinci kulübü.

Holigan (!)

Ali Sami Yen'de oynanan ve Kapalı'dan izlediğim her maç ağzımdan en az 3-4 kere dökülür " Servet gibi bir arkadaşım olsun yanımda, gözüm kapalı girerim kavgaya" cümlesi. Gerçekten de Servet ile girilir her türlü kavgaya. Deplasmana giderken yanına ne almak istersin deseler, Servet'i seçerim suyu bir kenara itip susuz kalma pahasına. Fotoğraftaki West Ham United taraftarı holigan abimizle de her türlü kavgaya girilir, deplasmana gidilir. Bir de ikisi bir arada olurda harika olur. Servet döver, bu abimiz de gelen saldırıları bir güzel yumuşatır omuz+göbek kombinasyonuyla . Bana da çekilip bir kenara, Servet'e "vurrrr!!!", holigana da "tuttttt!!!" diye güzel güzel taktik vermek düşer.

30 Ekim 2009 Cuma

Direkten Dönmek

Dün akşamki Inter-Palermo maçını en iyi anlatan iki kelime olsa gerek...

Mourinho, ilk yarısında saha kenarı şovu dahi yaptığı maçın ikinci yarısında ecel terledi döktü, bol bol tırnak yedi. İlk yarı boyunca sigara tüttürmeyen Moratti ikinci yarıda bir paket maltepeyi(!) heba etti.

Hafta arasında Barotelli, gider ustası hocası Mourinho'ya gider yapmaya çalıştı. Takımın yeteri kadar antreman yapmadığı ve antremanlarda sağlam çalışmadıklarından yakındı. Geçen seneden beri kendisine forma şansı veren José'yi sırtından vurdu kerata resmen.

Ama Mourinho boş durmadı "Barotelli dahil olmak üzere bu maç için çok fazla antreman yapıp bol bol çalıştık" diyerek Palermo maçı öncesinde rest dedi talebesine. Bu sözler Barotelli'yi gaza getirmiş olacak ki, muhteşem bir ilk 45 dakika oynadı San Siro'da. Penaltı yaptırdı, gol attı/attırdı. Palermo ne olduğunu idrak edemeden 4-0 oluverdi skor.

İlk 45 dakikadaki oyunu görünce bu maçta daha çok gol olur dedim içinden. Zenga'nın Palermo'su delikanlı futbolu oynadılar, maç 4-0 olduğunda bile hiç kapanmadan, tüm hatlarıyla yüklendiler. İtalyanların alışık olduğu bir futbol oyun anlayışı değil bu aslında. Genellikle büyük takımlar karşısında 2-0 ya da 3-0 geriye düşen takımlar rezil olmamak için kapandıkça kapanır. Ama Palermo korkamadan, çok adamla gitti Inter yarı sahasına.

İlk yarının en unutulmaz anından bahsetmek gerekir ikinci yarıyı anlatmaya başlamadan önce. Barotelli'nin attığı ikinci gol sonrasında Mourinho'nun sevini tek kelimeyle harikaydı. Sağ elinin işaret parmağıyla sol koluna şırınga sokma hareketi efsaneler arasındaki yerini alacaktır kesinlikle.

İkinci yarının başında Barotelli nazara geldi ve sakatlanarak yerini sakatlıktan yeni dönen Milito'ya devredip terketti sahayı. Zaten ne olduysa bu dakikadan sonra oldu. Barotelli oyundan çıkarken elindeki sazı Miccoli'ye vermiş olacak ki Miccoli başladı kendi çalıp kendi oynamaya. Önce durumu 4-1'e getirdi, sonra harika bir ara pası ile takımının ikinci golü bulmasını sağladı, 67. dakikada attığı golle de tabelayı üçledi. Bu dakikadan sonra tenis maçına döndü oynanan oyun. Yüksek tempoya dayanamayan hakemin dilinin dışarıya çıktığını gördük böylece. Top bir o kaleye savruldu bir bu kaleye, bir Palermo kaçırdı bir Inter...

Ama dakikalar 83'ü gösterdiğinde, harika bir oyun çıkartan Maicon'un muhteşem servisiyle 'Il Principe' Milito topa dokunup Inter'i rahatlattı ve Inter Genoa'dan sonra Palermo'yu da 5'ledi.

Maç sonunda hem Başkan Moratti hem de Mourinho Zenga'ya ve Palermo'ya övgüler yağdırıp, yiğidin hakkını yiğide teslim ettiler.

José Mourinho, basın toplantısında yaptı yapacağını ve Zenga'nın Inter'in başına geçme olasılığını soran gazetecilere, "2013 yılında sözleşmem bittiğinde gelir Moratti ile görüşür, o zaman şartlarda anlaşırlarsa neden olmasın" demeciyle İtalyan medyasına ağzının payını verdi.

29 Ekim 2009 Perşembe

Bir Derbinin Anatomisi

Blogger kaynaklı sorundan dolayı birkaç gün ara vermek zorunda kaldım yazılarıma. Bu süreç içinde Fenerbahçeli bazı arkadaşlarım mağlubiyet sonrasındaki üzüntünün bir sonucu olarak yazamadığımı düşünüp bol bol dalga geçtiler. Biraz geç olsa da bugüne kısmetmiş derbiye ilişkin düşündüklerimi paylaşmak.

Cuma gününden başlayarak %90’lık kısmı futbolsuz geçen bir hafta sonu yaşadım. İlk gün Nefes’i izlemek için sinemaya gittiğim için Trabzonspor – Kayserispor maçının ilk yarısını izleyebildim sadece.

Eski iş arkadaşlarımdan birisinin cumartesi akşamı evlenecek olması nedeniyle cumartesi günüm Ankara yollarında geçti. Önce nikah, sonra düğün derken koca günü futboldan uzak, maçlardan habersiz geçirdim. Açıkçası pazar günü de benzer şekilde başladı. Ankara’dan İstanbul’a dönüşüm akşam 8’i bulduğunda hem futboldan hem de Kadıköy deplasmanından uzak kalmıştım çoktan...

Eve gelir gelmez geçtim televizyonun karşısına ve maçı beklemeye başladım. Açık konuşmak gerekirse bir puan alma ümidim bile yoktu maçtan önce. Bu ümitsizliğimin nedeni Fenerbahçe’nin çok güzel top oynadığını düşünmem değildi katiyen. Tek bir neden vardı ki o da takımı strese sokan Galatasaray taraftarıydı.

Yıllardır hazırlık maçı, kupa maçı ayırt etmeden Kapalı Üst’te göbekteki yerimi alırım yanımda arkadaşlarımla. Her sene Fenerbahçe maçı yaklaştığında bir stres başlar tribünlerde. O dönemlerde tribün içi kavgalar artar, herkes birbirine bağırır. Bu sene de benzer sahnelere şahit olduk, hatta bu sefer kendi arkadaşlarımda tartışırken buldum kendimi. Trabzonspor maçı öncesi Ali Sami Yen’e ayak bastığımda, bütün tribünlerin tek derdi Fenerbahçe olmuştu. Herkes bir hafta sonra oynanacak Fenerbahçe maçını düşünmeye başlamıştı daha Trabzonspor maçı başlamadan. Zaten maç 2-0 olduğunda artık sahada oynanan maçla ilgilenen insan sayısı elle sayılabilecek kadar azalmıştı. Bu noktada tribünde herkese bağırırken buldum kendimi. Yapmayın, etmeyin daha maç bitmedi, ne Fenerbahçe’si !!!” diye haykırırken… Ama ne yazıkki ilk yarının sonuna kadar Fenerbahçe tezahüratı duydum sadece. Ta ki, maç 2-1 oluncaya kadar. O anda 20.000 kişi idrak edebildi hangi maçta olduğumuzu ve ikinci yarı başında bu bilinçle hareket etmeye başladı. Ama 3-1 öne geçince eski tas eski hamam misali Fenerbahçe plağını taktılar yeniden. Bu esnada ben hala “daha erken, bırakın Fenerbahçe’yi, önce şu maçı alalım” diye haykırıyor, en yakın arkadaşlarımla tartışıyordum. Nitekim, maç 4-3’e geldi ve duyarlı taraftarlarımız tekrar Trabzonspor maçına dönmeye karar verdi.

İşte bu anlattıklarım yüzünden Fenerbahçe maçından hiç ümidim yoktu. Derbi için daha önünde iki maç varken sadece derbiyi düşünen taraftar topluluğu ister istemez futbolcusunu da etkiler. Bu adamlar zaten kaç senedir galibiyet stresi ile boğuşuyorlar, bir de üstüne taraftar baskısını yediklerinde ellerinin ayaklarının birbirine dolanması kadar doğal bir şey olamaz.

Galatasaray takımı bu şartlar altında hazırlandı derbi mücadelesine. El Clásico tecrübesine sahip Rijkaard bile sakinleştiremedi onları. Yoğun stres ve baskı yüzünden artık bir ritüel haline gelen ilk 15 dakikada gol yeme sahnesi ile yüzleştik hepimiz ve sonrasında da maç ellerimizin arasından kayıp gitti. Kafa yapısı olarak daha üstün olan Fenerbahçeli futbolcular bir de öne geçince daha rahat futbol oynadılar ve derbinin bütün baskısının Galatasaray tarafına yıkılmasına neden oldular.

Maçın hakemi ya da gözlemcisi hakkında çok fazla konuşmaya gerek duymuyorum. Bu mağlubiyeti onlara bağlamak sadece bahane üretmek olur. Maçı iyi yönetti ya da çok doğru bir gözlemcilik yaptı manasında açıklamalar değil bunlar. Bünyamin Bey berbat bir maç yönetti, maçın büyüklüğü altında ezildikçe ezildi. Christian’ın yaptığı sert müdahalelerde kart kullanmadı, Arda’ya attığı dirsek sonunda Christian’ı kızartmadı, penaltı pozisyonunda pozisyonun içinde ondan başka herkes vardı, ve daha bir çok hata yaptı maç öncesinde, esnasında ve sonrasında. Bunların hepsi, Bünyamin Gezer’in hakemlik mesleğindeki yetersizliğinin kanıtları olabilir ama mağlubiyetin sebebi olarak gösterilmemelidir.

Yazıyı bitirirken ufak bir not eklemek istiyorum. Biz, Galatasaray camiası her derbide stres altında oluyoruz ve hep bu yüzden kaybediyoruz. Fenerbahçeliler psikolojik olarak daima daha rahat olurlar bizden. Ama bu maç için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Sahaya yağan pet şişeler, Christian’ın ve Bilica’nın takındığı tavırlar, Daum’un enteresan davranışları beni çok şaşırttı gerçekten. İşte bu yüzden, Kadıköy’deki galibiyet hasretine son vermemizin eskisinden daha olası ve daha yakın olduğunu düşünüyorum.

Kimse unutmamalı ki, biz bu renklere her mağlubiyetten sonra daha da çok bağlanıyoruz.

Metin Oktay’ı, Ali Sami Yen’i, futbolcuları ve teknik kadroyu her seferinde daha çok sahipleniyoruz...