31 Aralık 2009 Perşembe

İyi Senelerrrr...

23 Aralık 2009 Çarşamba

Yok Artık


Yukarıdaki fotoğraf yeter içimden geçenleri anlatmaya aslında. Bu yüzden uzun uzadıya konuşmaya gerek yok.

Suarez 6 gol yollamış filelere.

24 ile 34'üncü dakikalar arasında 5 gol, 83 ile 89'uncu dakikalar arasında 4 gol.

Yuhh demek istiyorumm.

22 Aralık 2009 Salı

Lastik Patladı Demiştim...

Diyarbakırspor maçına kadar 8 maçlık galibiyet serisine (Şampiyonlar Ligi maçları hariç) imza atmış olan Beşiktaş'ın ilk puan kaybından sonra büyük bir çöküş içerisine gireceğini söyleyip duruyordum herkese. Hatta 4 Aralık 2009 tarihli yazımda da belirtmiştim Beşiktaş'ın lastiğinin patladığını ve bir daha kolay kolay tamir edilemeyeceğini.

Diyarbakırspor karşısında bırakılan 2 puanın hemen ardından Şampiyonlar Ligi'ndeki CSKA Moskova mağlubiyeti geldi. Avrupa Ligi umutlarını da tüketen Beşiktaş için lig ve Türkiye kupası kalmıştı artık. Ama Turkcell Super Ligi'nde Manisaspor deplasmanında da puan kaybı ve üstüne İnönü'de Bursaspor mağlubiyeti gelince tabir-i caizse Çarşı karıştı. Bu karışıklığa rağmen çoğu Beşiktaşlı arkadaşım inatla toparlanıp herşeyin düzeleceğine inanıyordu. Ancak Beşiktaşlı futbolcularda taraftarlarında olan kazanma arzusu ile başarıya inancın yüzde biri olmadığı için bu akşam Ziraat Türkiye Kupası'na da Manisaspor'a mağlup olarak başladılar...

Mircea Lucescu (L) Brazilya

Brezilya'da ligler sona erdiğinde Brezilyalı futbolcular için Avrupa pazarının açılacağı aşikardı. İlk haber Ukranya'dan geldi. Brezilyalı futbolculara takmış durumda olan Mircea Lucescu, Vasco Da Gama'nın orta saha oyuncusu Alex Teixeira Santos'u kattı kadrosuna. 1990 doğumlu bu genç, hem Ukranya Ligi'nde hem de Avrupa Ligi'nde forma giyebilecek.

Sıcak kumsallardan, uçsuz bucaksız okyanuslardan dondurucu derecede sert ve soğuk kışlara ilk göç değil bu. Hali hazırda Jadson, Fernandinho, Ilsinho, Willian ve Luiz Adriano Shakhtar Donetsk forması giyen Brezilyalılar. Üstüne bir de Teixeira gelince Ukranya ekibindeki Brezilyalı sayısı 6'ya ulaştı ve böylece Fenerbahçe'nin Ukranya şubesi olarak faaliyete geçtiler :).

Galatasaray ve Beşiktaş serüvenleri boyunca parasızlığın esiri olan Lucescu, Ukranya'da parayı bulunca Brezilya'daki genç yetenekleri Ukranya'ya getirmeyi başardı ve hala başarıyor. Aynı Lucescu, bu gençleri elleri ile büyüttükten sonra Avrupa piyasasına sunup, maliyetinin iki katı fiyatına elden çıkarmayı da beceriyor.

Örnek mi? Brezilya'dan bulup getirdiği ve sonrasında avrupa futbol piyasasına pazarladığı Elano Blumer...

13 Aralık 2009 Pazar

Kan Revan İçindeyim

İtalya başbakanı ve AC Milan'ın sahibi Berlusconi amcamıza feci dalmışlar, ağız, burun kalmamış valla. Kimin ve ne şekilde bu hale getirdiğini göremiyoruz ama ağzı burnu kan içindeyken Berlusconi'nin de nasıl gider yaptığına şahit olabiliyoruz aşağıdaki linkteki videodan.


Gecenin sorusu şüphesiz bunu kimin yaptığı.

Palermo mağlubiyeti sonrası kızgın bir Milan taraftarı mı yoksa Inter Milan taraftarı mı? Ama cevap bambaşka. Sosyalist bir eylemci saldırmış 73 yaşındaki Berlusconi amcaya.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Geri Dönmek?

Cagliari - Napoli maçı için ilk yarı/ikinci yarı Napoli bahisini oynamıştım. Napoli ilk yarıda Lavezzi ile öne geçip devreyi de bu şekilde bitirdiğinde bu bahis tutar abicim demiştim. İkinci yarıda Pazienza'nın golü ile durum 2-0'a geldiğinde ise ne kadar kazanacağımın hesabını yapmaya başlamıştım ki Cagliari çok pis (!) bir şekilde geri döndü. Son 15 dakikada 3 gol bulup maçı 3-2'ye çeviriverdiler.

Bu sonuç bütün moralimi söküp çıkartmıştı içimden. Sırf bu yüzden Cagliari için ağzıma geleni söyledim durdum bir kaç dakika boyunca. Ancak sanırım bugün futbol tanrıları beni gerçekten seviyor olacak ki bütün beddualarımı kabul gördü ve Napoli son saniyelerde beraberlik golünü buldu.

Cagliari'ye kapak olsun...

Saha'nın Sırtı

Stamford Bridge deplasmanında Everton'a 1 puanı getiren golün fotoğrafı budur. Drogba serbest vuruştan gelen topu kafa ile uzaklaştırmak istiyor ama Saha'nın sırtı buna engel oluyor. 64. dakikada gelen bu gol ile skor tabelası artık 3-3'ü gösteriyor.

Cech: Noluyo Lan?

Bir önceki postumda futbola doyacağım bir hafta sonunun başladığını söylemiştim. Stoke City - Wigan maçını zevkle izlerken bugün oynanacak diğer maçlarda da en az bu kadar tempolu ve güzel futbol izleriz diye düşünmüştüm. Futbol tanrıları duymuş olacaklar ki Chelsea - Everton maçını bağışladılar bana ve sizlere.

Daha 12. dakikada Saha'nın kafa vuruşu sonrasında direkten dönen top Cech'in sırtına çarpıp ağlarla buluştu. Acıların çocuğu Cech yine şanssız bir gol gördü kalesinde. Ama bu gol sadece bir başlangıçmış meğer.

Chelsea 1-0 geriye düştükten sonra adeta tek kale oynadı ilk yarıda ve Everton'ı sahadan sildi. Bir sağdan geldier, bir soldan. Bir Drogba vurdu bir Anelka. Everton bu baskıya dayanamadı ve önce Drogba'nın harika plasesine daha sonra da Anelka'nın çok az futbolcunun becerebileceği vuruşuna engel olamadı. Chelsea futbolcularını attıkları iki gol tatmin etmemiş olacak ki tempo yapmaya devam edip Everton kalesini top atışına tuttular. Ama ilk yarının son anlarında saçma sapan bir gol yediler ve 2-2 ile soyunma odasının yolunu tuttular.

Maviler ikinci yarıya da baskı ile başlayıp Everton'a top göstermeyerek kaleyi dövmeye devam ettiler. Nitelim Drogba'nın golü ile de öne geçtiler. Bu gol sonrasında maç 5-2'ye kadar gider diye düşünmüştüm. Ama Ballı Saha yine bir duran top sonrasında takımına beraberliği getirdi. Bir duran topta ceza sahasına şişirilen topta Drogra kafayı vurdu, top bu Saha'nın sırtına çarpıp Cech'in üzerinden süzülerek ağlarla buluştu.

Bu acaip gol sonrasında Kerpeten Ali'nin meşhur repliğini söylermiş gibiydi Cech'in yüzündeki şaşkınlık ifadesi.

Cech: - Noluyo lan?.

Ancelotti bu gol ile 3-3'e gelen maçı çevirmek için çok çalıştı ama bu kadar şanslı bir Everton'ı yenmeleri pek mümkün gözükmüyordu. Nitelim maç sonunda da tabeladaki skor değişmemişti. Maça damgasını vuran ise iki sırt golü izlemiş olmamızdı...

Stoke City vs. Wigan Athletic

Futbola doyacağım cumartesi günü için çok güzel bir başlangıç oldu bu zevkli mücadele. İlk 20 dakikasında hakem oyun temposunu düşürmek için herşeyi yapsa da temponun yükselmesine engel olamadı ve güzel bir maç izleme şansı buldum.

Tuncay'ın deli danalar gibi koştuğu ve harika bir gol attığı maçta acaip şeyler oldu. Stoke City ikinci yarının başlama vuruşu ile beraber Wigan karşısında inanılmaz baskılı oynadı, Tuncay ve Fuller ikilisi en az 4-5 pozisyonu heba etti ama Wigan öyle bir zamanda öyle bir golle öne geçti ki Stoke şehri bir anda dondu kaldı. Maynor Figueroa orta sahanıın 5-6 metre önünden öyle bir serbest vuruş kullandı ki top ağlarla buluştuğunda kimse golün geldiğine inanamadı. Bazılarınız Bülent Korkmaz'ın Ali Sami Yen'de Diyarbakırspor'a attığı golü hatırlarlar. İşte Figueroa'nın golü ile bu golün ters açıdan izlemiş gibi olduk.

Bu gol sonrasında Stoke şoku çabuk atlatıp Ryan Shawcross ile Figueroa'nın harika golünden sadece 2 dakika sonra beraberliği yakaladı ve golün hemen ardından yine Tuncay ve Fuller ile mutlak gol şanslarını haybeye harcamaya başladı. Ben de maç Wigan'a dönüyor diye düşünmeye başlamıştım. Zaten Wigan az kalsın haklı çıkartacaktı beni. Son dakikalarda bir penaltı kazanıp (ki penaltı pozisyonun kahramanı %100 ofsayt) topu Sorensen'e (ki Sorensen de penaltı kullanılırken kale çizgisinin 2 metre önünde) nişanlamasalardı, Stoke son ve çok acı bir şok ile karşı karşıya kalacaktı.

Sonuç olarak Stoke kendi evinde iki puan bıraktı ama Tuncay'ı kazandı. Stoke taraftarı maç boyunca Tuncay lehine tezahuratlar yapıp, kendisine olan sevgilerini gösterdiler. Tuncay da onların yüzünü kara çıkartmamak için çok çalıştı. Tony Pullis bu saatten sonra Tuncay'ı kolay kolay harcayamayacaktır.

9 Aralık 2009 Çarşamba

Kargalar Soğuk Havada Donarmış...


Sivas maçından hemen sonra söylemiştim, Mustafa Denizli'ye karşı hislerim liseli çocukların aşkı gibi olduğunu. İlk iki gün çok seviyorum ama üçüncü gün nefret ediyorum. Üzülmez'i kıskanıyor ve kendisine "deli" denmesini istiyor sanırım.

Maç için analiz yapmaya gerek var mı bilmiyorum açıkçası. Toraman gözümüzün içine baka baka stoperlerin arasına sıkıştı Dzagoev’i takip edeyim derken, Denizli'de Necid-Krasic-Dzagoev üçlüsünden o kadar korkmuş ki Manchester deplasmanına çıkar gibi 7 defans oyuncusu sürdü sahaya. Her ne kadar İbrahim Kaş sağdan bindirmeye heveslisi olsa da oyun okuma kabiliyeti yerlerde süründüğü için ilk golü o ve takipçi Toraman sayesinde yemiş olduk.

Böylece bakkaldan enerji içeceklerini söyleyip, Absolut'a sarılmanın zamanı gelmişti ki Tello İngiltere deplasmanında attığı golün çok daha kolayını Dolmabahçe'de kaçırıverdi. İçki masasına yönelirken bir anda birbirimize sarılıyor olacaktık o pozisyonda golü atabilseydi.

CSKA'nın doping soruşturmasından sonra bu kadar moralli oynaması beni şaşırttı açıkçası. Bir sezonda 3 teknik direktör ve doping skandalları ülkemizde bir takımın başına gelse futbolcuların eminim maçla ilgisi falan olmazdı. Buna ek olarak teknik direktörünün Beşiktaş'ı çok iyi seyrederek maça başlaması (orta sahasını çözmüştü Beşiktaş'ın) oyunun belli bir kısmında Rüştü ile başlayan 50 metrelik oyun sahasında 7-8 Beşiktaşlı oyuncu görmemize neden oldu. Üstüne de Ernst-Fink ikilisi kilitlenmiş bir Beşiktaş izlemek işkencenin hallicesiydi Soğuk duş olarak bir de İnceman değişikliğini yapınca Denizli king tabiriyle "Rıfkı" yı yemiş olduk.

Artık bir gerçeği görmek lazım. Bu takımın gol pozisyonuna girme sıkıntısı yok ama gol atmayı becerememe sıkıntısı var. 10 metre ve altındaki mesafelerden kaleyi bulamayan veya kalecinin üstüne vurulan şut sayısı korner sayımızı geçiyor bazı maçlarda. Sezon başında da söylemiştik. Evet belki Porto ve Lyon ile güzel maçlar çıkarıp Şampiyonlar Ligi'ne hazırlandık ama biraz da Avrupa'nın düşük lig takımlarıyla oynayıp gol idmanı yapmak gerekliydi.Hazırlık maçı da olsa antremandan daha etkilidir gerçek doksan dakikalar.

İbrahim Üzülmez Krasic muhabbeti uzun süre unutulmaz heralde. , (muhabbet diyorum çünkü gülüşmeye bile başladılar bir ara) sonradan öğrendik ki Krasic, transferi hakkında konuşmuş Üzülmez ile :). Liverpool'a transfer olmak istiyormuş ama CSKA izin vermiyormuş vesaire vesaire..

8 Aralık 2009 Salı

İşte Cate İşte Gate ("Kapı")

Yunan futbolunu yönetenler bizimkilerden de sabırsız gerçekten. Önce Olympiakos, Anorthosis ile harikalar yaratan Temuri Ketsbaia'yı ligde oynanan 2 maçta alınan 4 puan sonrasında kovup yerine Zico'yu getirdi. O zaman bu kararın sebepleri hakkında mantıklı bir açıklama gelmemişti.

Panathinaikos tarafı da ezeli rakibimiz hoca kovarda biz kovamaz mıyız diye düşünmüş olacaklar ki Henk ten Cate'ye kapıyı gösterdiler. Henüz ne Pana yönetimi ne de Ten Cate'nin ağzından bu olayın iç yüzü hakkında açıklama gelmedi ama sebep geçtiğimiz hafta sonu oynanan Olympiakos maçında alınan 2-0'lık yenilgi şüphesiz.

Ten Cate sezon sonunda Hollanda'ya döneceğini açıklamıştı ama Pana yönetimi önce ezeli derbideki mağlubiyet, arkasından da İstanbul'dan puansız dönülünce sezon sonunu beklemeden uçak biletini koyuverdiler cebine.

Hali hazırda ligde ezeli rakiplerinin sadece bir puan arkalarında ikinci sırada olan Panathinaikos, Şampiyonlar Ligi ön eleme turunda Atletico Madrid'e elenip Avrupa Ligi'nin yolunu tutmuş, Galatasarayımızın bulunduğu grupta ikinci olarak bir üst tura çıkmayı garantilemişti.

Doping ve CSKA Moskova

Manchester United ile 3 Kasım 2009 da Old Trafford'da oynanan maçta doping yaptıkları tespit edilen Aleksei Berezutski and Sergei Ignashevich tedbirli olarak disiplin kuruluna sevk edildi. Bu iki futbolcu 17 Aralık'ta verilecek nihai karar öncesinde hazırlık maçı da dahil olmak üzere hiçbir müsabakada yer alamayacaklar. Hem CSKA hem Rus futbolu için kötü haber. Futbolun zirvesi olan Şampiyonlar Ligi'ne gölge düşürdüler.

2 futbolcuda birden doping çıkması da ayrı bir tartışma konusu olur. Bu bir rastlantı mı yoksa Moskovalı futbolcuların bir kaçına ya da tamamına bilinçli olarak mı doping içeren maddeler verildi?

Beşiktaş şanslı başladı güne. İnşallah bu gecenin sonunda da galip gelip UEFA Avrupa Ligi'nde aramıza katılırlar...

6 Aralık 2009 Pazar

Campeonato!!! Clube De Regatas Do Flamengo!!!

17 yıl aradan sonra Brezilya'da şampiyonluğa ulaştılar. 9 hafta önce ilk 5 içinde yer almayan Adriano'lu Flamengo Maracana'da şampiyonluğu kutluyor. Gremio ile oynadıkları maçta 1-0 geriye düştüler ama 2-0 geriye de düşseler 95.000 kapasiteli stadyumunda 100.000'i aşkın taraftarın olduğu Maracana'nın büyüleyici atmosferinde galip gelmemeleri gibi bir ihtimal söz konusu olamazdı.

Hüseyin Göçek......................!

Birazdan okuyacağınız cümleler için hepinizden şimdiden özür diliyorum. Dayanamıyorum, işte bu yüzden de yazmadan duramayacağım...

Ne güzel memleket yaaa. Mağlup ol, çık ağla salya sümük. Hakemlevvvv(r) hakkımı çaldı diye bağır çağır, herkesi tehdit et. Takımın deplasmanda ezilmiş, rezik olmuş ama sen başkanlık koltuğunu bırakmamak için kendi başarısızlığında hemen rakiplerine saldır. Gerçekten Fenerbahçe camiasına üzülüyorum. Aziz Yıldırım Fenerbahçe'ye çok önemli katkılarda bulunmuştur. Bunu kesinlikle inkar edemeyiz ama son üç senedir Fenerbahçe'ye verdiklerinin hepsini teker teker geri alıyor. Son 5 haftadır çok kötü top oynayan takımına bakmayıp, arabasıyla takla atan, elinin atar damarını kesen futbolcusuna tek kelime edemeyip maçtan sonra çıkıp hakeme, federasyona saldırıyor.

Böyle bir ülkede yaşıyoruz işte. Eyyamcılar ile, alın teri çalan ve milyonların bela okuduğu insanlarla dolu ne yazıkki canım ülkem. Federasyon huzurlu mu acaba şimdi? Mutlu edebildiler mi kendilerini uyaranları?...

Gelelim Hüseyin Göçek'e. Hiç kimse için bela okumadım bu yaşıma kadar ama bu DALKAVUK yüzünden 20 dakika boyunca bela okuyup günaha girdim. Adam (ki adam değil!!!) resmen maçı elleri ile çekip aldı Galatasaray'dan. Maç çıkışında kardeşime belirttiğim gibi hayatımda gerçekten de böyle karaktersizce bir yönetim görmedim. Çaldığı düdüklere inanmak mümkün değil. Kewell'a yapılan fauller, Arda'ya arkadan atılan tekmelere tek kelime etmeyen, kornere giden top için gözüyle görmesine rağmen aut veren bu adam, bayanlar liginde verilmeyecek faulleri verip resmen SATTI hem maçı hem kendini.

Kendi adıma Hüseyin Göçek denen adama bu maç için aldığı maaşı helal etmiyorum. İnsanların alın terlerinden, rısklarından çalınarak elde edilen para helal para değildir. Onun açısı çıkar elbet bir yerden. Sakın o zaman çıkıp ağlamasın hiç bir yerde...

Son söz de Erman Toroğlu'na. Sana ne Mustafa'nın yırttığı formasından?. Neymiş efendim formayı yırttırmazmış. Eğer kendine güveniyosan çıkart göster yönetmeliklerden bunun yasak olduğunu...

4 Aralık 2009 Cuma

Afrika'da Gruplar

2010 Güney Afrika Dünya Kupası gruplarını belirleyen kura çekimi yapıldı. Ballı Domenech yine konuşturdu balını ve torba dezavantajına rağmen iyi bir gruba düştü. Ama Meksika ve Uruguay maçlarında temposuz futbollarını sürdürmeyi denerlerse üçüncü maçlar sonunda Air Fransa tarifeli seferi ile Fransa'ya hareket etmiş bulabilirler kendilerini.

Maradona'nın Arjantin'i ile İtalyan Capello'nun İngiltere'si gözü kapalı bir üst turdalar. İspanya ile Almanya'nın da kura sonuçları güzel ve muhtemelen ikinci maçlar sonucunda onlar da bir üst turu garantiler.

Ölüm grubu içi oyumu G Grubu için kullanıyorum. Brezilya, Fildişi Sahilleri, Portekiz ve Kuzey Kore'nin olduğu bu grupta gönlümden geçen Brezilya ile Fildişi Sahilleri'nin bir üst tura çıkması. Bu gözler Drogba'yı mümkün olduğunca çok izlemek ister.

Lastik Patladı...

Beşiktaş'ın lastiği patladı. Ligde oynadığı son 7 maçın hepsini kazanan, Ankaraspor karşısındaki hükmen galibiyet ile son 8 maçta toplam 24 puan toplayan Beşiktaş'a Diyarbakırspor dur dedi. Ankaraspor karşısındaki hükmen galibiyeti hariç son 7 maçta sadece 1 galibiyet ile 3 puan toplayabilen Ziya Doğan'ın öğrencileri, İnönü'de baskıya aldırış etmeden oyunu iyice daraltıp hızlı ve uzun toplarla çıkmaya çalıştılar. Mağlup olmama parolasıyla maça çıktıkları daha maçın ilk dakikasından itibaren anlaşılsa da galibiyeti getirecek gole oldukça yaklaştılar.

Beşiktaş'ın yoğun baskısı ile geçen ikinci yarıda Bobo'nun harcadığı mutlak gol pozisyonu ile Diyarbakırspor'da direkten dönen top maçın sonucunu etkileyebilecek en önemli anlardı.

Trabzonspor maçında kötü futbola rağmen 3 puan alan, İnönü'de Fenerbahçe karşısında İbrahim Üzülmez'in üstün performansıyla kazanan Beşiktaş'ın lastiğin bir yerde patlayacağını ve bu patlama sonrasındaki toparlanma sürecinin çok uzun süreceğini söyleyip duruyordum arkadaşlarıma.

Bu akşam lastik patladı. Bakalım dediğim gibi toparlanma süreci de uzun zaman alacak ve motor su kaynatacak mı? Puan kayıpları devam ederse Yıldırım Demirören ve Mustafa Hoca üzerlerinde hissedecekleri baskılara göğüs gerebilecek mi yoksa kontağı kapatacak ve bir başka bahara mı diyecekler?
Bekleyip göreceğiz.

2 Aralık 2009 Çarşamba

El Classico ve Kız İsteme

Bayram öncesindeki iki hafta gerçekten iş anlamında çok yoğun bir dönemdi benim için. Aslında 6 ay sürecek çok yoğun bir dönemin başlangıcıydı. Bu süreçte bloga yeterli önemi veremedim. Bu yoğunluğun neden olduğu zihinsel ve fiziksel yorgunluktan kurtulmak için harika bir fırsattı bayram benim için. Ancak, bayramın gelmesini iple çekmemin en önemli nedeni anne ve babaya duyulan özlemdi.

Her ne kadar bayram süresince muz orta ve gooool yazısız kalsa da, bayram süresince futboldan uzak kaldığım anlamına gelmemeli yukarıda saydığım nedenler. Blog’un öksüz kalmasının tek nedeni, canım ailemin teknoloji ile aralarının iyi olmaması nedeniyle koca 4 günü internet bağlantısı olmadan geçirmemdi.

İnternet olmadığı için maçları elimde not defteri ile izledim bir teknik direktör nidasıyla. Önce Bursaspor – Galatasaray maçı ile başladı hafta sonu futbol. Bu maç hakkında uzun uzun konuşmanın bir manası da yok aslında. Zevksiz, beraberlik kokan bir maç izlettirdiler bizlere. Büyük bir heyecanla tuttuğum not defterim maç bittiğinde yine bembeyaz sayfalardan ibaretti sadece.
Ama futbol tanrıları bu maçta çektiğim ızdırabı görmüş olacaklar ki, cumartesi günü önce W.Bremen – Wolfsburg ile Porstmouth - Manchester United maçları, daha sonra Aston Villa – Tottenham mücadelesini hediye ettiler bana. Bu son maç gerçekten harika bir tat bıraktı damağımda. İnanılmaz bir tempo, gol pozisyonları ve goller. Bu maç beni o kadar bağladı ki kendine, Fenerbahçe – Kasımpaşa maçının ilk 60 dakikalık bölümünü bölük pörçük izlemek zorunda kaldım ve Volkan’ın muhteşem performansını banttan izlemeye mahkum oldum.

Fenerbahçe’nin tam anlamıyla rezil futbol sergilediği son 30 dakikayı üzülerek izledim. Kasımpaşa akıllı ve korkusuz futbol oynadı ancak Daum’un bu takıma yaptıkları da Yılmaz Vural’ın ekmeğine yağ sürdü. Türkiye’nin en büyük iki takımından birinin böyle futbol oynamaya hakkı olmamalı kesinlikle. Büyük takım orta sahayı monopol haline getirip kendi çalıp kendi oynamalı, defans hattı OGS gişesi gibi değil, trafik kontrol noktası gibi çalışmalı bence. Ama Fenerbahçe bu saydıklarımdan herhangi birini birkaç dakikalık süre olsa bile beceremedi.

Cumartesi gecesi finalini Valencia’nın ve Sevilla’nın aptalca puan kayıpları ile yaptık ailecek. Valencia, Mallorca karşısında 1-0 öne geçtikten sonra oyunu yavaşlatıp maçın bu skorla bitmesi için çalışıp çabaladı ama Mallorca son 10 dakika içinde bulduğu gol ile El Classico’nun olduğu hafta sonunda Valencia’ya şımarma! mesajı verdi. Sevilla maçında da ayrı enteresanlıklar oldu. İlk yarıda Malaga’yı yiyip bitirir dediğim Sevilla soyunma odasına 2-0 geride girdiğinde idrak edebildi bu maçın önemini. İkinci yarıda tek kale oynayıp, baskının kralını yaptılar ama sadece 2-2’ye getirebildiler maçı.

Gelelim Pazar gününe… Everton – Liverpool derbisi ile başlayıp Arsenal – Chelsea derbisi ile devam edecek ve El Classico ile final diyecek Pazar gününe. Yakın arkadaşlarımızın nişanlanacak olması nedeniyle sabahın erken saatlerinde düştüm yollara ve Premier Lig’in iki derbi mücadelesini kaçırdım göz göre göre. Üstüne bir de El Classico’yu da %99 kaçıracaktım kız isteme faslı yüzünden.

Ama, ama beklenen olmadı çok şükür. Erkek tarafı gelmeden önce gidip yerimizi aldık nişan evinde. Gelin kızımızın kuzeni süper bir hamle ile salonun köşesinde duran televizyonu açıp El Classico için uzandı kumandaya. O dakikada bütün dualar erkek tarafının rötarlı olarak gelmesi ve ilk 45 dakikayı doya doya izlemek içindi. Ama damat ve ekibi maçın 20. dakikası oynanırken girdi kapıdan. El öpme, tanışma falan derken 10 dakika uçup gitti. Sonrasında ise totem yazımın kahramanı arkadaşım ile en uca geçip sinsi sinsi izlemeye çalıştık maçı. Misafirler fark etmesin diye fısıldayarak kritikler yapıp gol pozisyonlarında cool (!) takıldık. Nitelim, Real Madrid’in üstün oyununa rağmen ilk yarı berabere bitince (Ronaldo’nun kaçırdığı inanılmaz pozisyon yüzünden) 15 dakikalık kahve molası verdik.

İkinci yarıyı başlatan düdük çalmadan hemen önce kız isteme kısmına geçildi. Gelinin babasının saydığı koşullara kayıtsız şartsız evet diyen ve babaya istediği sözü veren damat cümlesini bitirdiğinde alkışlar ile çığlıklar, hıçkırıklar ile göz yaşları hakimdi ortamda.

Sonraki dakikalarda maça dönüp, en kuytu köşede maçı izlemeye çalıştık arkadaşlarla. Bir ara muhabbete dalıp gözümüzü televizyondan ayırmıştık ki, damat bir anda “Golll!! Barcelona attı golü!” diye bağırıncaya kadar. Kızı isteyen ve zor da olsa alan damat, bunun verdiği rahatlıkla maç izlemeye koyulmuş meğer...

Bütün yakın arkadaşlarım, Ibra’nın dünya üzerinde en çok beğendiğim ve sevdiğim futbolcu olduğunu, Barcelona’nın ise en sevmediğim takımlar arasında yer aldığını bilirler. Sezon başında Katalanlar transfer bombasını patlattığında büyük üzüntüye boğulmuştum sırf bu yüzden. Benim açımdan, Metin Oktay’ın Fenerbahçe’de ya da Rıdvan Dilmen’in Galatasaray’da oynamasından farksız bir durum bu. Zaten kafamdaki en önemli soruydu bu sezon başında. Ibrahimovic yüzünden Barcelona’yı daha çok sevme ihtimalim olabilir mi yoksa Ibra’ya olan sevgimin azalması olası mı?. Ama zaman geçtikçe baktım ki her ikisi de olasılık dahilinde değildi. Ta ki, Real Madrid maçına kadar. Zlatan’ın güzel vuruşu için tek kelime edemem ama gol olduğunda ağzımdan dökülen ilk sözler “bal gibi ofsayt be abicim” oldu. Yani içimdeki Barca nefreti ile Real Madrid sevgisi Ibrahimovic sevgimi ezdi geçti. Gole o kadar çok üzüldüm ki nişan yüzüklerinin takılışını kaçırıp sadece kurdela kesimine şahitlik edebildim.

Gece bittiğinde beni üzüntüğe boğan duygusal anların yaşandığı nişan töreninin yerine Real Madrid’in belki de Barcelona’ya karşı son 3-4 senedir en iyi futbolunu oynamasına rağmen mağlup olmasıydı…

1 Aralık 2009 Salı

Kargalar Soğuk Havada Donar mı?

Pazar'dan Salı'ya... Yazının gecikmesinin müsebbibi beera ile bende gizli... Enteresan bir benzetme olacak ama resmen Beşiktaş'ın gol yemediği dakika kadar zamanı yolda geçirdik beraber.

Son golünü ligde Kasımpaşa'dan penaltıdan yedi Beşiktaş... O maçın üstüne Eskişehirspor (D), Ankaragücü, Trabzonspor (D), Fenerbahçe ve Sivasspor (D) maçlarını oynadı. En iyimser tahminle Beşiktaş'ın 7-10 puan arasında toplayabileceğini ve en az 5 gol yiyeceğini düşünenler çoğunluktaydı. Ancak 15 puanı kaptı götürdü Beşiktaş en iyi orta saha kurgusuyla oynayarak.

Artık kemikleşmiş cümleleri tekrar etmenin manası yok. Bu takımdaki olumlu değişiklik kesinlikle en uçtaki adamın Bobo olarak değişmesi, zira Nobre son golünü geçen sene Hacettepe'ye 07 Mart 2009'da atmıştı. Zaten Nobre'nin yönetime küfür edilmesini sağlayan yeni sözleşmesinin imzalandığı tarih de 24 Nisan 2009. Pancu'nun da benzer sebeplerden dolayı Beşiktaş'da sıkıntıya girdiğini unutmamak lazım. Bu nokta Beşiktaş'da oyuncu yönetimi konusunda bilgisizliğin ve tecrübe eksikliğinin göstergesidir.

Ekrem Dağ gibi kabiliyetine kota konmuş futbolcular Beşiktaş tarihinde fazlasıyla yer almıştır. Anadolu kulüplerinin ortada sıkışmış topçularını Beşiktaş rotasyona sokar ve onlardan ortalama bir kral yaratmaya çalışır. Aslında buraya klasik olan cümleyi oturtmak gerekirü "savaşı generaller değil askerler kazanır". H.Cuper'in de kovulmadan önce böyle bir laf ettiğini hatırlıyorum Inter’de. 2000'lerin başında kadrosu ciddi ciddi generaller ordusuydu Inter’in ama aldığı sonuçlar tam anlamıyla rezillikti. İşte bu yüzden, her takımın Ekrem Dağ gibi erlere ihtiyacı var.

Maçın analizine gelemedik aforizmalarla uğraşmaktan. Top rakipteyken Beşiktaş nasıl ahtapot gibi kapanacağını biliyor, kanatlardan göbeğe kadar oyunu istediği yere sıkıştırabiliyor, rakibi oyunu yelpaze gibi açıyor da olsa (bkz. Manchester United) kademe anlayışı ve Ernst-Fink ikilisinin maçın tamamına yakınında bunaltıcı baskıları oyun yapısını hep bozuyor rakibin. Musa Aydın'ın ve Sezer Badur'un maç boyu bir-iki pozisyon haricinde gözükmemesinin nedeni de bu. Ek olarak Tabata'nın da öne doğru oynamak istemesi ve sayısı bir elin parmağını geçmese de risk almak istemesi güzeldi... Ama Delgado'yu bu kadar çok özleteceğini hiç düşünmemiştim açıkçası.

Nihat'la futbolcuları bitirelim isterseniz. Bence bu sezon bu kadar isteksiz ve güçsüz bir oyuncu daha yok Beşiktaş'da. Ya tatilden ya da askerden dönememiş hala maalesef. Döndüğü gün (bir gün döner inşallah!) bayramımız olsun... İbrahim Kaş'ın Nihat'dan daha fazla isabetli pas ve orta hatta asisti yapmasının nedeni, Nihat'ın toptan sürekli kaçması ve sağ çizgiye hapsolmuş şekilde orta sahanın önünde oynamasıdır. Bir teknik direktör güven kazandırmak uğruna 1 kişi eksik oynamayı göze almamalı bence. Bobo ve Tello yavaş yavaş kendilerini bulurken, bir de Holosko ve Delgado döndüğünde yabancı kontenjanı hesaplarının baş ağrıtacağı kesin. Ancak, bu ince hesaplar Nihat'ın forma şansı bulması için tek fırsat olabilir.

Son paragraf; fotoğrafını masama koymak istediğim Mustafa Denizli için... Kendisine inancım kalmadığı her anda tövbe edip Mustafa yoluna girmekten yoruldum. Kendisi yüzünden bu sene her küfürümü geri alıp cebime koydum, şimdi de vesikalığını büyütüyorum Denizli'nin. Her sinirlendiğim anda onun fotoğrafına bakıp feyz almayı umuyorum. Şampiyonlar Ligi’de 4 puan ve ligde üst üste 24 puan. Bildiği varmış demek ki "kargalar bana yol gösteremez" sözünü sarf ederken.

p.s. Muhtemelen 2 aya kadar kendisini yine "yaratıcılıktan uzak, yaşlanmış antrenör" olarak nitelendireceğim ama bunu bana sezon sonunda yedireceğinden emin olmaya başladım.

24 Kasım 2009 Salı

Yaşlanmış Kerata (!)

Fotoğrafı ilk gördüğümde "ya ben bu adamı bi yerlerden tanıyorum" dedim. Meğer fotoğrafın kahramanlarından birini yakından tanıyormuşuz. Düşündüm düşündüm çıkartamadım. Sonra başka yerlerde aynı fotoğrafı bulmaya çalıştım. Sonunda da buldum. Fotoğrafın altında yazılı olan ismini görünce de jeton düştü.

İsmin kim olduğunun cevabı UEFA resmi internet sitesinde gizli :)...

22 Kasım 2009 Pazar

Bu Sevda Engel Tanımaz!

Yenilmez Armada bazı kendini bilmez insanlar yüzünden Beko Basketbol Ligi'ne dolaylı yoldan elveda demek zorunda bırakıldı.

Okan Çevik, Mert Uyguç ve Koray Hoca, umarım mutlusunuzdur?. Hangi akla hizmet bu terbiyesizliği yaptınız?. Sizin içinizdeki Galatasaray sevgisinin ne kadar olduğu hakkında sakın çıkıp bir yerlerde demeç falan vermeyin!!!. Siz bizim sevgimizi kötüye kullandınız, siz o kutsal renklere leke sürmeye çalıştınız. Utanmadan her maç sonunda çıkıp demeçler verip takımı ve Galatasaray camiasını övdünüz.

Ne oldu? Siz gittiniz, hem takım oyuncularını hem de Galatasaray camiasını yüz üstü bırakıp. Peki ne istediniz sevdalı olduğumuz Yenilmez Armada'dan, Sarı'dan Kırmızı'dan?...

Ama unutmayın, bizim biricik Galatasarayımız için duyduğumuz o yüce sevdamızı çalamadınız...

Ibrahim The Mad ("Deli İbrahim")

İçinden polis operasyonuyla yaratıcılığı çıkarılmış Beşiktaş taraftarı özgünlüğü elinden alınmış gürültü yapan kalabalıktan ibaretti dün akşam. Kuru gürültünün rakip takımı etkilediğini sanmıyorum. Zaten bu şekilde olduğu düşünülmüş olacak ki devreye yine su şişeleri girdi. Artık su şişeleri tribünlerin en kaba ve etkili tezahüratı halini aldı maalesef. Neyse, biz en iyisi futbol haricini geçip maça dönelim.

Ortalama bir futbol seyircisi bile Fenerbahçe’yi durdurmanın yolunun Alex'i adam adama marke etmekten geçtiğini kolayca çözebilir. Mustafa Denizli'nin elinde de Fink gibi pranga kuvvetinde bir Alman olduğu düşünülürse, Daum'un ikinci bir oyun planı olmaması beni bile şaşırttı açıkçası. Tüm planı Beşiktaş karşısında geriye yaslandıktan sonra iyi ve tempolu paslarla ve uzaktan şutlarla ev sahibi karşısında öne geçip, Kadıköy’de bu sene çoğu maçta yaptığı gibi oyunu rölantiye almaktı. Maalesef olmadı, bir iki cılız atak ve penaltı pozisyonu dışında Ferrari – Sivok - Rüştü üçlüsü Beşiktaş'da olağanın aksine isimleri en az telaffuz edilen isimlerdi. Halbuki İnönü’deki Kasımpaşa maçında bile Ferrari - Sivok’lu defans ikilisi daha çok zorlanmıştı.

Bence daha da ilginç olan Fenerbahçe karşısında kesinlikle en başta eriyecek gibi duran Serdar Özkan-İbrahim Üzülmez ikilisiydi. Çünkü önlerinde Gökhan Gönül ve Mehmet Topuz gibi fizik kapasiteleri ile ilk 60 dakika yüksek tempoyla ve dikine gidebilen futbolcular vardı. Gökhan iki üç kere zorlamayı denese de Topuz'un ayaklarının neden ters istikamette gittiğini anlayamadım. Aklının 20 hafta evvelki transfer karmaşasında olmadığını ümit ediyorum. Çünkü Beşiktaş taraftarı bunu çoktan unuttu bile. İbrahim Üzülmez 2000 yılında Barcelona maçından sonra ilk defa bu kadar çizgiye doğru düzgün ve akıllı koşular yaptı. İkinci yarıda Tello efsanevi Markus Münch'ü andıran bir oyun sergileyince Beşiktaş’ın sol tarafı beni 9 sene evveline götürdü. Nitekim İbo 2,5 asistle maçı bitirdi, hatta Bobo'nun kafayla gole yaklaştığı ve Uğur İnceman'ın da ıskaladığı topu sayarsak, Beşiktaş’ın nerdeyse tüm pozisyonlarında Deli İbo'nun sağ ayağının parmağı (!) vardı.

Andre Santos - Roberto Carlos ikilisi sağ taraftaki ikiliye göre çok daha zayıftı ama İbrahim Toraman ve Ekrem Dağ sol taraf kadar etkili çalışamadı. Burada Ekrem'in artık nerede oynayacağını bilememesinin de etkili olduğunu düşünüyorum. Zaten Santos’un Galatasaray maçında çok iyi oynamış Wederson'un yerine düşünülmüş olması çok gereksiz bir hamleydi.

Emre - Baroni ikilisine de ayrıca değinmeliyiz bence. Her ne kadar bu maçtan sonra sadece Ernst ve Fink konuşulacak da olsa Baroni'nin sürekli yükselen performansı Yusuf'un özellikle ilk yarıda ayağına aldığı her topu kaptırmasına sebep oldu. Baroni eğer elde tutulabilirse bu takımın en etkili adamlarından biri olacaktır şüphesiz. Emre için ise durum biraz farklı. Fenerbahçe sadece bir piskoloğunu Emre'ye ayırmalı, Emre'nin içine kaçan şeytanı çıkartmanın tek yolu bu. Daha birinci dakikadan itibaren kendi takım arkadaşlarına ve hakeme sataşmaktan top oynamayı unutmaya başladı. Sakatlık pozisyonunda, Daum'un dediği gibi yere yatmayıp pozisyonunu kaybetmesi de sırf bu inatçılığından kaynaklanıyor. Kazım için kayda değer tek bir cümle kurmaya gerek yok aslında. Ferrari ve Sivok'un önüne yem diye atılmış 2 lokma gibiydi Kazım Kazım. Nitekim Grafite gibi o da oyundan atıldı.

Bobo henüz geri dönmüş değil ve işte bu yüzden iki takımın da forvetsiz olduğu bir derbi maçı oynandı aslında. Beşiktaş son altı haftada yaptığı gibi yine başka bir mevkiden oyuncusunu yıldız yaptı ve maçı kazandı. Mustafa Denizli'nin kafasında oynattığı maçın bu olmadığından ne kadar eminsem Daum'un da Fink'i düşünmediğinden o kadar eminim. Yaşlı kurtlar galiba gerçekten artık yaşlandılar. 2-0’dan sonra artık gardını iyice indiren Fenerbahçe’ye karşı Tabata kroşesini vurmak varken rakibe saygıdan mı yoksa orta sahayı kaybederim korkusuyla mı bilemiyorum ama Uğur değişikliği yapıldı. Ancak, kazanan takım daima haklı olduğu tezinden yola çıkılarak Denizli'nin bu değişikliğinin akıllıca olduğu yorumlanacaktır ama bence tarihi yeniden biçimlemekten alıkoydu bizi Denizli.

Sonuç olarak bu sezon tüm lig maçlarında gol atmış Fenerbahçe’ye attırmadan 3 gol atmak kolay değil, hele ki İnönü’de kıramadığın bir şanssızlığın varsa. Beşiktaş yıllardır biriktirdiği lakabına yakışır şekilde geri döndü. Bir takıma "5 dakikada Beşiktaş" denmesi hem komik hem de temeli sağlam bir slogandır. Sen ilk altı haftada 6 puanı zor kurtar sonra 21 puan topla üst üste, olacak iş değil (!). Beşiktaş haftaya Sivas'ta da kazanırsa 8’de 8 yapmış olacak, sizce de çok ironik değil mi?

Bu takım ayakta alkışlanmayı hak etmiyor mu?. Hem de kulüp seçimleri tarikatların, güç dengelerinin ve küfürlerin altında ezilmişken…

Totem

Dünkü postumda Beşiktaş - Fenerbahçe maçlarını neden çok sevdiğimi açıklamaya çalışmıştım sözlerle. Sözün bittiği yerlerdeki anları anlatamadığımdan, bu derbiden aldığım hazzı tam olarak ifade edememiştim size. Yukarıdaki fotoğrafla sözün bittiği yerlerden birini göstermek istiyorum sizlere.

Ev sahibi arkadaşlarımızdan esas oğlan Beşiktaş taraftarı, esas kızımız da Fenerbahçeli. Maç boyunca atışıp duruyorlar. Ben de önce Kazım'a yapılan müdaheleye böyle faul olmaz derken, iki dakika sonra Gökhan Gönül'ün düşürülmesine penaltı deyip ortalığı iyice kızıştırıyorum.

Bu atışmalarla geçen dakikalardan sonra kahkahalar patladı bir anda. Meğer, Beşiktaşlı arkadaşımız gizliden gizliye totem yapmış. Biz bu totemi tabela 3-0'a geldiğinde öğrenebildik. Golün olmasıyla Beşiktaş forması bir anda çıkartılıp altındaki bu sweat çıktı ortaya.

İşte bu yüzden futbol hayattır diyorum inatla...

İlk Transfer...

Tarafsız olmak için insan üstü çaba harcasam da arkadaşlarımın negatif eleştirilerine maruz kalıyorum bazı zamanlarda. İşte bu yüzden, Beşiktaşlı blog severlerin Beşiktaş hakkındaki haberleri ve yazıları bir Beşiktaşlı klavyesinden okumalarının yerinde olacağı düşüncesiyle, ben de modaya uyup transfer piyasasına giriyor ve Muz Orta ve Gooool'ün ilk transferini gerçekleştiriyorum.

Pek çoğunuzun hali hazırda hakkında bilgiye sahip olmadığı, ancak yazılarını takip ettikçe tiryakisi olacağınıza inandığım Corejan futbol hakkındaki yazılarıyla bu sayfalarda sizlerle olacak.

Bonservis bedeli ödemeden yapılan bu transferin Muz Orta ve Gooool'e hayırlı olması dileklerimle :)...

21 Kasım 2009 Cumartesi

En Rahat Derbi (!)...

Bir futbolsever, bir Galatasaraylı ve bir fanatik olan bendeniz için sezonun en güzel zamanlarıdır derbi maçlarının olduğu hafta sonları. Fenerbahçe'ye ister yenilelim ister maçı galip bitirelim farketmez benim için. O maçlar öncesinde yaşadığım özlem, maç gününün gelmesi için sabırsızca geri sayım, maç günündeki heyecan, maç sırasındaki stres ve maç sonunda hüzün ya da sevinç. Futbolun sadece bir oyun olmaktan çok hayatımın önemli bir parçası olduğunun en önemli sebepleridir bunlar.

Hayatımızın o kadar önemli bir parçasıdır ki, topun peşinde koşan 22 futbolcudan bazıları kahramanımız, bazıları da tabir-i caizse düşmanımız olur sırf bu yüzden. Galatasaray ile Manisaspor arasında oynanan bir maç sonrasında alınan mutluluk ve haz ile bir derbiyi galip bitirmenin verdiği haz bambaşkadır, karşılaştırılması günahtır...

Benim için Beşiktaş-Fenerbahçe derbisi de çok özeldir. Hatta bu derbi belki de en güzedir :).
Neden mi? Genellikle, Beşiktaşlı arkadaşlarım ile Fenerbahçeli arkadaşlarımınla oturup beraber izleriz bu maçları. Maç esnasında stresten tırnaklarını yiyenler, şişe şişe biraları devirenler ve bağırıp çağıranların arasında, elimde birayla rahat rahat oturup izlediğim, stresten uzak olmanın verdiği gevşeklik ile geyik muhabbeti yapıp Erman Toroğlu vari yorumlar yaptığım için tabi ki...

Şimdi evden çıkıp, arkadaşımla buluşup maçı izlemenin zamanı geldi. Benim eğleneceğim, derbiden zevk alacağım kesin. Umarım Beşiktaşlı ve Fenerbahçeli arkadaşlarım ve sizler de zevk alırsınız.
Umarım hak eden kazanır...

Polonya - Ukranya 2012

Uefa, Fifa'dan hızlı çıkıp daha Güney Afrika 2010 Dünya Kupası potları açıklanmamışken Polonya ile Ukranya'nın ev sahipliği yapacağı 2012 Avrupa Şampiyonası potlarını açıkladı. Türkiye olarak 2. pottaki yerimizi koruduk. Potların oluşturulmasında son 3 yıldaki maçlar dikkate alındı ve bizi 2. potta tutan da son 2008 Avrupa Şampiyonası'ndaki performansımız oldu.

Kuralar 2010 Şubat'ında çekilecek ve 6 takımdan oluşacak 6 grup (Grup A-F) ile 5 takımdan oluşacak 3 grup (Grup G-I) belirlenecek. Grup birincileri ile en iyi grup ikincisi aktarma yapmadan doğrudan uçacak turnuvaya. Kalan 8 grup ikincisinden play-off sonucunda 4'ü de turnuvaya son biletleri kapacak...

Bizim için en hayırlısı 5 takımlı gruplardan birine düşmek olsa gerek. Malum, bizim narin futbolcularımız çok fazla maç yapınca yorgun (!) düşüyorlar.

1. Pot: Almanya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İngiltere, İspanya, İtalya, Portekiz ve Rusya

2. Pot: Çek Cumhuriyeti, Danimarka, İsveç, İsviçre, Romanya, Sırbistan, Slovakya, Türkiye ve Yunanistan

3. Pot: Avusturya, Bosna Hersek, Bulgaristan, Finlandiya, İrlanda Cumhuriyeti, İskoçya, İsrail, Norveç ve Kuzey İrlanda

4. Pot: Belarus, Belçika, Galler, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Macaristan, Makedonya ve Slovenya

5. Pot: Arnavutluk, Ermenistan, Estonya, Gürcistan, İzlanda, Karadağ, Kazakistan, Lihtenltayn ve Moldova

6. Pot: Andorra, Azerbaycan, Faroe Adaları, Malta, Lüksemburg ve San Marino

(* Potlardaki sıralama alfabetiktir, puan sıralaması yapılmamıştır.)

19 Kasım 2009 Perşembe

Son Biletler

Avrupa'dan 2010 Afrika Dünya Kupası'na katılacak son 4 takım da bu gece itibariyle belli oldu.

Yunanistan deplasmanında etkili futbolları ile göz dolduran ve kendi sahalarında rahat bir galibiyet alacaklarına inandığım Ukranyalı futbolcular Salpingidis'in golüne engel olamadı ve kupaya elveda dediler. Bizler de A. Shevchenko'yu son kez büyük bir turnuvada izleme şansımızı kaybetmiş olduk.

Gecenin süprizi Slovenya'dan geldi. Ruslar için Rusya'daki ilk maçta 2-0'ı yakalamışken bir anlık dikkatsizlik sonucunda yedikleri gol pahalıya patladı. Slovenya kendi sahasında 1-0 kazanıp Dünya Kupası'na katılmaya hak kazanırken Guss Hiddink ve öğrencileri için votkalı efkar geceleri başlamış oldu.

Portekiz zor da olsa Dünya Kupası'na gitmeye hak kazandı. Futbol tanrıları önce Messi'yi şimdi de Ronaldo'yu da bizlere bağışladı.
Fransızlar ise Henry'in elle yumuşattığı topu Gallas'ın boş kaleye yuvarlaması sonucunda uzatmalarda bulduğu gol ile İrlanda Cumhuriyeti'ni eleyip Afrika'da "biz de varız" dedi. İrlanda'ya gerçekten yazık oldu.

Futboldan zerre kadar anlamayan Raymond Domenech de ne şanslı adammış kardeşim. Son Avrupa Şampiyonası ve Afrika 2010 Dünya Kupası elemelerinde grup maçlarında elde ettiği ikincilikler ve stres dolu maçlar sonucunda turnuvalara katılma şanslarını ite-kaka elde ettiler. Bu adam gitmediği sürece Afrika 2010'da gruptan çıkamaz Fransızlar ve Anelka'ya, Benzema'ya, Henry'e ve Ribery'e yazık olur...

17 Kasım 2009 Salı

Heykel Dediğin Böyle Olur...

Sir Tom Finley, İngiliz futbolunun yetiştirdiği en büyük yeteneklerden. İngilizlerde saygı sonsuz, yetenek sınırsız (!) olduğu için yukarıdaki fotoğrafı almış heykel yapmışlar.

Türk futbolunun bugünlere gelmesinde büyük katkıları olan nice yeteneklerin anısına heykel dikmeyi bırakın bazen jübile yapmayı bile çok gören yöneticilerimiz ders alsınlar...

10 Kasım 2009 Salı

Rafa Benitez

Liverpool'un Anfield Road'da Birmingham City ile 2-2 berabere kaldığı maçtan sonra yazmak istemiştim aslında Rafa Benitez hakkında bir kaç satır. Ancak, denetçilerin muzdarip olduğu iş hayatındaki yoğunluk sebebiyle uzun süre zaman ayıramadım blog sayfama. İş hayatının bünyede yarattığı stresi tek kalemde atmamı sağlayan yazılarımı aksattığım için klavyeden uzak geçirdiğim her saat, her gün için önce üzüldüm, sonra da kızdım kendime. Ama ne yazık ki 1 hafta boyunca tek kelam edemedim futbola dair. İş hayatının getirdiği yoğunluk ve stresi bir kenara bırakıp futbola dönelim biz en iyisi.

Rafa Benitez Liverpool'a imza attığında her ne kadar iki İspanya Ligi şampiyonluğu ve bir UEFA kupası şampiyonluğu ünvanlarını taşısa da İngiliz medyası tarafından yadırganan bir hamle olmuştu. José Mourinho'nun Chelsea'si karşısındaşampiyonluk yolunda hiç bir şans tanınmayan Benitez'i zor bir sezon bekliyordu. Liverpool macerasının ilk aylarında Gerrard'ı Chelsea'ye kaptırmamak için o kadar çok uğraştı ki, bu arada Michael Owen'ın ellerin arasından kayıp Real Madrid'in yolunu tutmasına engel olamadı. Ligde ilk haftalardaki puan kayıplarıyla bir anda yarıştan kopan Liverpool Şampiyonlar Ligi maçlarında gösterdiği insanüstü performans ile sürpriz sayılabilecek galibiyetler alarak yoluna devam ediyordu. Ancak, sürpriz galibiyetlerin Chelsea ile oynanacak olan yarı final mücadelelerinde son bulacağı düşünülüyordu. Ta ki, Liverpool adını İstanbul'daki finale yazdırana kadar.

Benim de aralarında bulunduğu çoğu futbolsever Liverpool'un bu noktaya büyük bir şans eseri ulaştığını ve AC Milan karşısında hezimete uğrayacağını düşünüyordu. Nitelim maçın ilk yarısındaki Milan rüzgarı sonrasında herkes çekirge bir daha sıçrayamadı diye geçiriyordu içinden. Fakat, hepimize kapak olurcasına Liverpool ikinci yarıdaki oyunu ile kupayı kaldırdığında hepimiz mucizenin nasıl doğduğuna şahit oluyorduk.

Rafa, Anfield Road'daki ilk sezonu sonunda Uefa Şampiyonluğu madalyasının yanına bir de Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu madalyasını da asmış olmanın gururu ile yeni sezona yüksek bir transfer bütçesi ile ödünlendirildi. Ama "paraları paraları saç saç saç" stratejisi sonucunda transfer sezonunu başarısız bir şekilde kapatıp Premier Lig şampiyonluğuna da daha lig başlamadan elveda dedi. Sezonu 2006 yılı FA Cup Şampiyonu olarak bitirmeleri hem Liverpool taraftarını hem de Liverpool medyasını tatmin etmedi. Zaten, o gün bugündür kupaya hasret kaldı Reds.

Liverpool'daki son üç sezonda boşa harcadığı paralar yüzünden bu sezon başında Xabi Alanso, Arbeloa gibi yıldızlarını kaybetmek ve kısıtlı tranfer bütçesi yüzünden önemli transfer gerçekleştirememek zorunda kalan Rafael Benitez için çanlar çalmaya başladı. Sezon başından beri berbat futbol oynattığı takımının her puan kaybı sonrası mazeretler üretmeye çalışan, bazen de futbolcularını suçlayan Benitez kendisini kör kuyulara attırmak için elinden geleni yapıyor. İşte bu yüzden, Premier Lig'de üst üste puan kayıplarının yanı sıra, Şampiyonlar Ligi'nde tur şansını mucizelere bırakan Liverpool'da ani bir kan değişikliği gerçekleşme olasılığı her geçen gün artıyor. İngiliz gazetelerinden okuduğum bazı haberleri de dikkate alırsak bir teknik direktör için en büyük tehlike olan takım içinde huzursuzluk baş göstermeye başlamış ve bu huzursuzluklar sonucunda genellikle teknik direktörler için "The End" olur.

Bekleyip göreceğiz...

8 Kasım 2009 Pazar

Böyle Aşk Düşman Başına...

Beşiktaş karşısında muhteşem bir futbol oynayan Trabzonspor'un şanssızlığı Hakan Arıkan'ın üstün performansıydı. Nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde inanılmaz kurtarışlar yaptı. Trabzonspor tempo yapıp gol için yüklendikçe o kalesinde devleşti, tek başına savaştı. Hem takım arkadaşlarını hem de Mustafa Denizli'yi kurtardı.

Hakan Arıkan ile Trabzonspor arasında geçen mücadeledeki futbol hakkında çok fazla konuşmaya gerek duymuyorum. Bu maç üzerine konuşulabilecek tek şey Trabzonspor taraftarı olduğunu iddaa eden insanların çıkardığı rezillik. Takımının Beşiktaş'ı ezdiği ve gol bulmak için herşeyi denediği bir maç sonunda sadece tabelaya bakıp yönetim istifa diye haykıran, Beşiktaş ikinci golü bulduğunda "goooll" diye bağıran bir taraftar grubu ne başarıya ne de şampiyonluğa layıktır. Zaten bu yüzden sittinsene şampiyonluk göremeyecekler.

Trabzonspor dün gece 2-0 mağlup olsa da, maç sonunda alkışlanmayı ve tribünlere çağrılmayı sonuna kadar haketti.

Şehrine ve takımına sahip çıkmayan tarafların yaptığı terbiyesizliktir, ayıptır. İyi gün dostu olup, kötü günde takımına arkasını dönen taraftar düşman başına....

Yazık...!

7 Kasım 2009 Cumartesi

KEWELL from Galatasaray..!

Futbola, futbol takımına, o takımın renklerine ve bazen de futbolcularına olan bağlılık çoğumuz için büyük önem taşıyor. Öyle ki, bir kızla tanıştığımızda hangi takım taraftarı olduğu sormadan edemeyiz ya da işe alım sırasında adaydan okuduğu okul yerine tuttuğu takımı söylemesini isteriz. Hatta bu bağlılık ve sevgi o kadar kuvvetlidir ki, beraber olduğumuz insanlara olan sevgimizi tasvir ederken bu sevgiyi bir karşılaştırma öğesi olarak kullanırız; “seni Galatasaray’ı sevdiğim gibi seviyorum”, ya da “sana duyduğum sevgi sarı lacivert renklere olan sevgimden daha da yüce” gibi… Kısacası futbol, çoğumuz için bir hayat, taraftarı olduğumuz takım ise kalbimiz ve o kalbe giden atardamarlarımızdır.

Günlük hayatta ne kadar sakin, küfüre ve kavgaya karşı olursak olalım , gönül verdiğimiz renkler için yeri geldiğinde bağırıp çağırır, ağıza alınmayacak küfürler edip kavga ederiz. En yakın dostumuzla küsmeyi bile göze alabiliriz. Çoğu kadın ve bazı erkekler futbola olan tutkumuzu yadırgarlar. Bir topun peşinde koşan 22 adam için yeri geldiğinde ağlayan, sarhoş olan, yeri geldiğinde de sevinç çığlıkları atan bizleri anlamadan izlerler.

Ancak, bizim için bir yaşamdır futbol. Bıraksalar haftanın her günü her dakika futbol maçı izleyebiliriz. İşte bu tutku yüzünden takımımızın oynadığı maçların özetlerini bıkmadan, usanmadan defalarca izleyip, her seferinde o 1’er dakikalık görüntülerde farklı şeyler bulabiliriz.

Futbol öyle bir tutkudur ki, bazen hiç görmediğimiz ve izleme fırsatına erişemediğimiz Metin Oktay için besteler yapar, doğum günlerinde ve ölüm yıl dönümlerinde mezarının başına gidip O’nun için dua ederiz. Maçlarda Metin gibi oynayın diye bağırırız. Tıpkı benim yaptığım gibi, elini formasının tam da kalbinin hizasına gelen Galatasaray ambleminin üstüne koyduğu fotoğrafını evimizin duvarına asar, bilgisayarımızın arka planı yaparız.

Futbol öyle bir tutkudur ki, yaradılış olarak “Seni Seviyorum” kelimelerini bir araya getirmekten kaçınan, bu sözleri söylemekten çekinen bizler, yan yana gelip hep bir ağızdan “I Love You Hagi” diye avazımız çıktığı kadar bağırabiliriz. Trabzonspor maçından sonra, kaçan şampiyonluğun değil, onu bir daha izleyemeyecek olmanın verdiği üzüntü ile ağlarız saatlerce.

Futbol öyle yalandan değil, harbiden bir tutkudur. İşte bu yüzden, gözümünde ve kalbimizde her bir her futbolcunun yeri aynı değildir. Metin Oktay’ı, Hagi’yi, Can Bartu’yu ya da Pascal Nouma’yı ayrı bir yerinde tutarız kalbimizin. Bizim tutkumuzu paylaştıkları, kalplerimizi de kendi kalplerinin bir parçası olarak görüp tüm benlikleri ve ruhlarıyla savaştıkları için...

Büyük ihtimalle çoğunuz içinizden bu adam neden bahsediyor böyle diye geçiriyordur. Yazının başlığında “Kewell from Galatasaray” yazarken neden şu ana kadar Kewell’ın adının geçmediğini düşünüp duruyordur.

O zaman yazının uzuuuuunnn giriş bölümünü bitirip asıl konudan bahsetmeye başlayayım.

Bir gün ofiste çalışırken kardeşim aradı beni. “Abi, galatasaray.org’a bak“ diyordu heyecandan titreyen sesiyle…İşi gücü bırakıp hemen oturdum bilgisayarın başına ve dediğini yapıp girdim resmi siteye. Sitenin girişinde “Kewell Galatasaray’da!” yazdığını gördüğümde içimi bir heyecan ve mutluluk kapladı bir anda. Büyük bir başarıydı O’nu Galatasaray’a getirebilmek. Takıma önemli katkılar yapacağından hiç şüphem yoktu . Ancak, kendisi için bu satırları yazacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.

Ali Sami Yen’de ilk kez bizlerle buluştuğunda en az bizim kadar O da heyecanlıydı. Sabri’nin tarif ettiği gibi yanımıza gelip yumruk şovunu yaptı yüzündeki gülücüklerle. O ilk maçta attığı golle de bizlere fevkalade bir hediye ile "beni önemseyin" mesajını verdi.

GS Mobile reklamında dediği gibi bazen yere düştü, yere düşürüldü ama hiçbir zaman savaşmaktan kaçınmadı. Skibbe’nin O’nu 70.dakikadan sonra oyundan çıkarttığı her maçta oyundan çıkarken 20 dakika daha savaşamadığı için üzüldüğünü gösterdi bizlere.

Bordeaux maçındaki golü gibi önemli gollere imza atarken, bazen stoper olarak oynayıp takımı için her şeyi yapabileceğini kanıtladı herkese. Yedek kaldığında küsmedi kimseye, sırası geldiğinde çıkıp oynadı gücenmeden. Ben ve benim gibi çoğu Galatasaraylı için ilah olma yolunda yavaş yavaş ilerledi kimseye çaktırmadan.

Harry Kewell’ın kişiliği ve futbol karakteri hakkında bu kadar kafa yormamıza da gerek yoktu aslında. Bu kadar çabanın yerine Avustralya Profesyonel Futbolcular Birliği tarafından verilen yılın genç oyuncusu ödülünün ismine yani “Harry Kewell Medal’a (Harry Kewell madalyası)” bakmak yeterliydi.

O’nu, Metin Oktay ve Hagi ile aynı mertebeye çıkarmamdaki nedenler sadece yukarıda yazdıklarım değil aslında. 2 sezondur Galatasaray her gol attığında her gol sevincinde onu arıyor gözlerim. Çünkü gollerden sonra takım ile bütünleşip o kadar güzel ve içten gülüyor ki hissediyorsunuz duyduğu mutluluk ve hazı. Bunun için çok geriye gitmeye de gerek yok. Dinamo Bükreş ile Ali Sami Yen’deki ilk maçta attığı gol sonrasında Servet ile paylaştığı gol sevincini ya da aynı takımla deplasmanda oynadığımız maçta önce kendisinin, sonra da Nonda’nın attığı gol sonrasındaki gülümsemesini hatırlayın.

Kewell’ın onca gol sevinçleri içinden biri var ki, eğer izlemediyseniz lütfen hemen izleyin. Mehmet Topal’ın harika golü sonrasında herkes Topal’a sarılıp onu kutlarken Kewell, Mehmet’i dürtüp ellerini açarak mimikleriyle “Ne yaptın olum sen?” diye sorarken hem benim, hem Galatasaraylıların hem de çoğu futbolseverin tebessüm etmesine neden oldu.

Güzel bir İstanbul akşamında, sahilde oturmuş Boğaz’ı izlemenin verdiği duygu yoğunluğunun da etkisiyle Kewell’ı sevmek için yüzlerce neden daha sayabilirim aslında. Ama ne yazık ki yavaş yavaş son noktayı koymam gerekiyor.

Sergen Yalçın’ın yaptığını yapmayıp, yeteneğini sadece kendisine saklamayarak bizlerle paylaşan, gösteriş budalası bazı futbolcular gibi “Ben, yalnızca ben…” demeyen, hem kendisi hem takımı için elinden geleni yapıp, hiçbir zaman kaliteli kişiliğinden ödün vermeyen, tribünlere bencilce şovlar yapmak için değil, kendisinin veyahut takımının attığı goller sonrasındaki sevincini paylaşmak için giden Kewell için “Seni Seviyorum” demeyeceksem bencillik yapmış olmaz mıyım?

5 Kasım 2009 Perşembe

1 Serbest Vuruş ve 4 Kaleci

Fotoğraf Berbatov'un Tottenham Hotspur forması giydiği döneme ait, pek yeni sayılmaz yani. Spurs ile Arsenal ile Kuzey Londra derbisinde Emirates stadında karşılaşıyorlar. Skorboard 5. dakikayı gösteriyor. Top Berbatov'un ayağından henüz çıkmış. Almunia önce serbest vuruşun kullanılmasını bekliyor, daha sonrası barajdan geçen topun yönünü tayin ediyor ve sonrasında...

Şampiyonlar Ligi ve Fransızlar

Star TV'nin hizaya gelip eski yayın politikasına dönmesi ile birlikte Şampiyonlar Ligi şölenini tekrar hissetmeye başladık bu hafta. Önce, gerçek bir futbol müsabakasından çok PES2010'da bir maçı andıran ve futbolcuların daima depar halinde (joystick => R1 tuşu) olduğu Rubin Kazan -Barcelona mücadelesini izleme fırsatı bulduk. Rubin Kazan takım savunmasının nasıl yapılacağını konusunda herkese güzel bir ders verdi. Bu maçın kasetlerinin La Liga'daki tüm takımlara tekrar tekrar izlettirirmesi gerekiyor kesinlikle.

Top yekün defans ve hücum şeklinde geçen maçın hemen ardından 3 haftada topladığı 3 puanla tekrar iddaalı duruma gelmek için mutlak galibiyet almak zorunda olan Liverpool ile tuzu kuru O.Lyon arasında Fransa'da oynanan maçı geçivermiş bulduk kendimizi.

Maçın ilk dakikaları esnasında bir kötü futbol oynanacak hüzünü kaplamıştı içimi. İki takımda tempo yapmıyor, hata yapmaktan kaçınıyordu. Ama özellikle 20.dakikadan sonra daha tempolu, daha sert ve daha kaliteli bir hala büründü sahadaki mücadele. Kuyt, Torres ve Voronin ile öne geçme fırsatını kaçıran Liverpool, defans hattında zaman zaman zorlandı.

İkinci yarıda Liverpool daha atak futbol oynamaya çalışırken geride bol bol açık verip kontra ataklarla çıkmaya çalışan Lyon karşısında zor anlar yaşadı ve bu tempo sonunda yorularak oyundan düşmeya başladı. Ancak Babel'in Emre Tilev'in tabiriyle muhteşem, harika, fevkulade golü ile öne geçti son dakikalarda. Gol sonrasında bir anda gruptan çıkmak için iddaalı duruma gelen Liverpool'u yakan ise Benitez oldu. Sakat olmasına rağmen ilk onbirde sahaya sürdüğü Torres'i oyundan alıp, takımın psikolojik olarak geri çekilmesine neden oldu. Bu nedenle de defansta 2 dakika içinde 2 hata yaptılar ve uzatma dakikalarında Lisandro Lopez'in golü ile yıkıldılar. Diğer tarafta ise bir üst tura çıkmanın sevinci yaşanmaya başladı.

Fransızlar için Şampiyonlar Ligi genellikle pek iç açıcı geçmemiştir geçmişte. Ancak bu sezon, daha 4. haftalar tamamlanmışken hem Bordeaux hem de O.Lyon bir üst turu garantiledi, Marseille ise hala bir üst tur ümidini taşıyor...

Yazıyı bitirirken maçı izleyen çoğu futbolseverin dikkati çektiği düşündüğüm bir noktaya değinmek istiyorum. Artık bütünleştiği Carlsberg reklamından yoksun Liverpool forması ile yine reklamsız O.Lyon forması. Fransızların cinsliklerinin ürünü olan yerel kanunlarına göre alkol firmalarının reklamlarına izin verilmiyormuş. Bu nedenle Liverpool'un Carlsberg'siz formasını görmüş olduk.

Peki O.Lyon'da neden reklam yoktu?

O.Lyon'un bu sezonki formasında aslında BetClic adlı bir bahis sitesi reklamı bulunuyor. Ama Fransızlar bahis sitesi reklamlarını da yasakladıkları için hem Fransa Ligi'ndeki bütün maçlarda
hem de Şampiyonlar Ligi'ndeki iç saha maçlarında reklamsız formalar ile sahaya çıkıyorlar.

O.Lyon yönetimi de ayrı bir cins gerçekten...

Eeee, ne de olsa Fransız (!)

4 Kasım 2009 Çarşamba

Porto Kicks (!) Atletico Madrid...

Şampiyonlar Ligi 4.hafta maçlarına bu gece oynanan maçlarla start verildi. Kaka'nın San Siro'ya tekrar ayak basması dolayısıyla farklı bir anlam yüklenen C grubu maçında AC Milan ile Real Madrid yenişemediler. Bu sonuçla, Seria A'da kabuslar gören Milano ekibi, Şampiyonlar Ligi'ndeki toz pembe rüyasına devam ediyor. Bu grubun diğer maçında Marseille, Zurich kalesini gol bombardıma tutarak altıladı rakibini ve gecenin en farklı galibiyetine imza atarak tur şansını sürdürdü.

B grubunda Beşiktaş Wolfsburg'a 3-0 mağlup olarak gruptan çıkma şansını yitirdi. Avrupa Ligi için matematiksel olarak hala şansı var ancak realistik olmak gerekirse Beşiktaş bu grubu 1 puanla sonuncu bitirir. Ne, Manchester United ne de Old Trafford'da 3-1 öne geçen ancak skoru koruyamayarak 3-3'lük beraberlik ile Rusya'ya dönen CSKA Moskova karşısında puan ya da puanlar çıkartabilirler bu oyun anlayışlarıyla.

A grubunda Bordeaux deplasmanda Bayern Munich'i 2-0 mağlup ederek önünde daha iki maç olmasına rağmen gruptan çıkmayı garantiledi. Bu grupta Juventus ile Bayern Munich diğer bilet için kapışacaklar.

D Grubunda Atletico Madrid, Quique Sánchez Flores'in maça yedek kulübesinde başlattığı ve 53. dakikaya kadar burada hapsettiği Agüero'nun 90+1'deki golü ile duble yaptığı maçta Drogba'nın sırtladığı maviler ile 2-2 berabere kalarak gruptan çıkma şansını yitirdi.

Apoel deplasmanında Falcao ile gülen Porto bir üst turu garantiledi. Böylece son 7 sezonda 6. kez gruptan çıkmayı başarmış oldular. Geçtiğimiz sezon 1. turda eleyerek İspanya'ya uğurladıkları Atletico Madrid'i bu sezon da tekme tokat kapı dışarı ettiler. La Liga'daki tüm kapıların da yüzünde kapandığı Atletico'nun önünde kapanmama olasılığı bulunan tek bir kapı kaldı. Apoel karşısında deplasmanda puan çıkartamazlarsa son kapı da kapanır ve alkole verirler artık kendilerini...

3 Kasım 2009 Salı

Uefa Champions League 2009/2010

Yukarıdaki fotoğrafı billsportmaps.com'dan. 2009/2010 sezonunda bu ligde yer alan 32 takımın ülkeleri ve bu takımların ortalama seyirci sayısı hakkında bilgiler yer alıyor...

Birmingham Şövalyesi

Geçtiğimiz hafta sonu oynanan Birmingham City - Manchester City maçına ait olan yukarıdaki fotoğrafın kahramanı Birmingham kalecisi Taylor, kalesini düşmandan gelecek saldırılara karşı korumak için teyakkuz halinde bekleyen Birmingham'lı bir şövalye nidasıyla bakıyor uzaklara...

İşte o Taylor koskoca 90 dakika boyunca tek başına direndi Manchester City karşısında ve şövalye ünvanını fazlasıyla hakettiğini göstererek fotoğrafa ayrı bir anlam yükledi.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Okay Karacan

Yaklaşık bir buçuk saattir gözümü kırpmadan Kanal 24'deki Takım Oyunu programını izliyorum. Bu süreçte bir kez daha anladım Okay Karacan'ı neden bu kadar çok sevdiğimi.

Futboldan anlamayan, anlasa bile konuşmasını beceremeyen insanların istila ettiği futbol medyasında saygı duyduğum ender insanlardandır kendisi. Daima mantıklı konuşur, doğruluğuna inandığı bir konuyu bıkmadan usanmadan savunur. Karşısındaki insan ile fikir çatışmasına girdiğinde bile mantığını kaybetmez, olgunca ve sessizce cümlesini bitirmesini bekler bu insanın. Daha sonra da aynen bugün olduğu gibi kendisi için doğru olan düşünceyi uzun uzadıya, yumuşak bir ses tonuyla anlatır.

Bilgin Gökberk gibi hiç susmadan 24 saat boyunca konuşabilecek ve her türlü inatlaşmaya girebilecek bir yorumcu karşısında sessizce bekledi sıranın kendisine gelmesini. Ercan Saatçi'yi savunmaya geçen Gökberk'in bitmek tükenmek bilmeyen cümlesinin sonunun gelmesini sabırla bekleyip daha sonrasında da Ercan Saatçi'nin yaptığı bu hareketin medya mensubuna yakışmadığını mikrofon ve kameranın kutsallığına vurgu yaparak anlattı.

İşte bu yüzden kendisiyle bir kafede oturup uzun uzadıya futbol hakkında konuşmak istiyorum. İnşallah bu dileğim bir gün gerçekleşir ve bu sayfada sizlere aktarırıp muhteşem futbol sohbetini.

Büyük takımların propagandasını yapan, kavga ve dövüş ile reyting peşinde koşan beceriksizler topluluğunun hegamonyasındaki futbol medyasında hala değişmediği için (Murat Kosova'yı, Güntekin Onay'ı ve Ali Okancı'yı da unutmamak gerekir bu noktada) şükranlarımı sunuyorum kendisine...

Canlı maç anlatımları ile hayatımıza tekrar renk katması dileklerimle...

(p.s. Ali Abi'nin blog arşivinden tutup çıkarttığım fotoğraf için kendisinin affına sığınıyorum)

1 Kasım 2009 Pazar

Bülent Uygun vs Muhsin Ertuğral

Bülent Uygun'un bünyede yarattığı nefret duygusu yüzünden Sivasspor'dan da hiç haz almam açıkçası. Burnu büyük bir teknik direktörün yarattığı bu burnu büyük takım, Türk futbolunda tarih yazdıklarını düşündü ve insanlara da bunun reklamını yapmaya çalıştı son iki yıldır.

İki sezon boyunca, Anadolu takımı ezilir, haksızlığa kurban gider polikası ile benim yaptığım iş çok yücedir, ben çok büyük adamım tavırları ile sentezleyen Bülent Uygun'un benzinin biteceği günü iple çekiyordum bu yüzden. Nitelim, dualarım kabul oldu ve Bülent Bey'in aynı anda hem lastiği patladı, hem motoru su kaynattı hem de benzini bitti ve Sivasspor'dan istifa(!) etti.

Cahilliğime verin ama Sivasspor Bülent Uygun'un yerine göreve Muhsin Ertuğral'ın getirildiğini açıkladığında kim bu adam acaba diye geçirmiştim içimden. Ama bu soru meraka dönüşmedi ve araştırma gereği duymadım Muhsin Hoca'yı.

Ama, benim ilgilenmediğim ve hiç önemsemediğim Muhsin Ertuğral bugünkü maçtan sonra öyle bir konuştu ki, kendimden utandım. Araştırılması, hakkkında uzun uzun yazılar yazılması gereken biriymiş meğer. Aşağıdaki açıklamalı kulaklarım ile duyduğumda Bülent Uygun'dan sonra ilaç gibi geldi gerçekten.

"Kalecimizin bir pozisyon hatası olduğunu düşünüyorum. Defans bloğumuzla orta sahamız arasında bir anlaşmazlık vardı. Kalecinin orada topu elinde bu kadar uzun sürede tutmasına bir anlam veremedim. Tepkim hakeme değil, kendi oyuncumaydı. Bence çok fazla tuttu elinde topu. Bunların olmaması gerekiyor. Herkesin işine bakıp konsantre olması lazım. Bence biz kendimize bakalım ve çıkıp top oynayalım. Oyuncularımın biraz daha dikkatli olmaları gerekiyor. Bu takımda bundan sonra böyle şeyler olmayacak!"

Ben kararımı çoktan verdim ama siz de Muhsin Hoca'nın demecini okuduktan sonra karar verin, Bülent Uygun mu Muhsin Ertuğral mu?

Primera Liga İstatistikleri

Dün İngiltere Premier Ligi ile başadığım lig istatistiklerine İspanya Primera ile devam ediyorum.

Geçtiğimiz yıl, Guardiola'nın Barcelona'sı oynadığı uzay futbolu ile bütün kupaları toplarken, Real Madrid tarafında ise bilhassa Santiago Barnebau'daki büyük hezimet sonrasında acıların çocuğu sendromu yaşanıyordu. Juande Ramos bu rezilliği unutturmak için uzay takımına karşı ikinci Los Galacticos dönemini oluşturmak zorunda kaldı. Bu zaruret dünyanın her köşesindeki futbolseverler için enfes bir armağan oldu.

Sezona hem Barcelona hem de Real Madrid çok hızlı girip galibiyet serileri ile kasıp kavurdular ilk haftaları. Ancak, her iki takımda beklenmedik puan kayıplarıyla ufak çaplı şoklar yaşattı futbolseverlere. Şüphesiz bu dönemdeki en büyük şoku (kupa maçlarını bir kenara bırakıyorum) dün akşam Osasuna deplasmanında son dakikada kalesinde gördüğü gol ile 2 puan bırakan Barcelona yaşattı bizlere.

Bugün oynanacak maçlarla 9 haftayı geride bırakacağımız Primera Liga'ya damgasını aldığı kötü sonuçlarla Atletico Madrid vurdu şüphesiz. 9 maç, 4 beraberlik ve 4 mağlubiyetin yanında sadece ve sadece tek bir galibiyet ile 17. sıradalar puan cetvelinde.Aynı zamanda yedikleri 19 gol ile koca ligin averaj takımı olma madalyasını kimselere kaptırmadılar.

İspanya'da toplam 84 maç oynandı şu ana kadar. Bu maçların 43'ünü ev sahibi takımlar kazanırken deplasman takımları 21 kez galibiyetle döndüler evlerine. Bu süreçte toplam 227 gol atılırken maç başına gol ortalaması 2.7 olarak gerçekleşti. Ancak bu istatistik kimseyi yanıltmasın. Geçen senelere göre 2.5 üstü biten maç sayısı çok daha düşük sayılarda kalıyor. Bu ortalamanın tek nedeni Barcelona ve Real Madrid'in yüksek gol ortalamaları...

Barcelona, attığı 24 golle ligin en golcü takımıyken aynı zamanda kalesinde gördüğü 5 golle ligin en az gol yiyen takımı ünvanına da sahip. Ibrahimovic ( nam-ı diğer Il Genio) attığı 7 gol, Messi ise attığı 6 gol ile bu sezon takımı sırtlayacaklarını gözler önüne serdiler bir kez daha.

Ali Sami Yen yollarına düşeceğim için, istatistikleri biraz kısa tutacağım bugün izninizle. Zaten vereceğim bu son bilgi sonrasında bir şeyler karalamanın pek anlamı kalmıyor.

Dünyadaki en önemli golcülerin yer aldığı La Liga'da attığı 6 gol ile Seydou Keita'nın gol krallığında ikinci sırada yer alıyor. Daha bitmedi? Seydou Keita aynı zamanda 2009-2010 sezonunda La Liga'nın hat-trick yapan tek futbolcusu...