31 Aralık 2009 Perşembe
23 Aralık 2009 Çarşamba
22 Aralık 2009 Salı
Lastik Patladı Demiştim...
Mircea Lucescu (L) Brazilya
Brezilya'da ligler sona erdiğinde Brezilyalı futbolcular için Avrupa pazarının açılacağı aşikardı. İlk haber Ukranya'dan geldi. Brezilyalı futbolculara takmış durumda olan Mircea Lucescu, Vasco Da Gama'nın orta saha oyuncusu Alex Teixeira Santos'u kattı kadrosuna. 1990 doğumlu bu genç, hem Ukranya Ligi'nde hem de Avrupa Ligi'nde forma giyebilecek.
Sıcak kumsallardan, uçsuz bucaksız okyanuslardan dondurucu derecede sert ve soğuk kışlara ilk göç değil bu. Hali hazırda Jadson, Fernandinho, Ilsinho, Willian ve Luiz Adriano Shakhtar Donetsk forması giyen Brezilyalılar. Üstüne bir de Teixeira gelince Ukranya ekibindeki Brezilyalı sayısı 6'ya ulaştı ve böylece Fenerbahçe'nin Ukranya şubesi olarak faaliyete geçtiler :).
Galatasaray ve Beşiktaş serüvenleri boyunca parasızlığın esiri olan Lucescu, Ukranya'da parayı bulunca Brezilya'daki genç yetenekleri Ukranya'ya getirmeyi başardı ve hala başarıyor. Aynı Lucescu, bu gençleri elleri ile büyüttükten sonra Avrupa piyasasına sunup, maliyetinin iki katı fiyatına elden çıkarmayı da beceriyor.
Örnek mi? Brezilya'dan bulup getirdiği ve sonrasında avrupa futbol piyasasına pazarladığı Elano Blumer...
13 Aralık 2009 Pazar
Kan Revan İçindeyim
12 Aralık 2009 Cumartesi
Geri Dönmek?
Cagliari - Napoli maçı için ilk yarı/ikinci yarı Napoli bahisini oynamıştım. Napoli ilk yarıda Lavezzi ile öne geçip devreyi de bu şekilde bitirdiğinde bu bahis tutar abicim demiştim. İkinci yarıda Pazienza'nın golü ile durum 2-0'a geldiğinde ise ne kadar kazanacağımın hesabını yapmaya başlamıştım ki Cagliari çok pis (!) bir şekilde geri döndü. Son 15 dakikada 3 gol bulup maçı 3-2'ye çeviriverdiler.
Bu sonuç bütün moralimi söküp çıkartmıştı içimden. Sırf bu yüzden Cagliari için ağzıma geleni söyledim durdum bir kaç dakika boyunca. Ancak sanırım bugün futbol tanrıları beni gerçekten seviyor olacak ki bütün beddualarımı kabul gördü ve Napoli son saniyelerde beraberlik golünü buldu.
Cagliari'ye kapak olsun...
Cech: Noluyo Lan?
Stoke City vs. Wigan Athletic
9 Aralık 2009 Çarşamba
Kargalar Soğuk Havada Donarmış...
Sivas maçından hemen sonra söylemiştim, Mustafa Denizli'ye karşı hislerim liseli çocukların aşkı gibi olduğunu. İlk iki gün çok seviyorum ama üçüncü gün nefret ediyorum. Üzülmez'i kıskanıyor ve kendisine "deli" denmesini istiyor sanırım.
Maç için analiz yapmaya gerek var mı bilmiyorum açıkçası. Toraman gözümüzün içine baka baka stoperlerin arasına sıkıştı Dzagoev’i takip edeyim derken, Denizli'de Necid-Krasic-Dzagoev üçlüsünden o kadar korkmuş ki Manchester deplasmanına çıkar gibi 7 defans oyuncusu sürdü sahaya. Her ne kadar İbrahim Kaş sağdan bindirmeye heveslisi olsa da oyun okuma kabiliyeti yerlerde süründüğü için ilk golü o ve takipçi Toraman sayesinde yemiş olduk.
Böylece bakkaldan enerji içeceklerini söyleyip, Absolut'a sarılmanın zamanı gelmişti ki Tello İngiltere deplasmanında attığı golün çok daha kolayını Dolmabahçe'de kaçırıverdi. İçki masasına yönelirken bir anda birbirimize sarılıyor olacaktık o pozisyonda golü atabilseydi.
CSKA'nın doping soruşturmasından sonra bu kadar moralli oynaması beni şaşırttı açıkçası. Bir sezonda 3 teknik direktör ve doping skandalları ülkemizde bir takımın başına gelse futbolcuların eminim maçla ilgisi falan olmazdı. Buna ek olarak teknik direktörünün Beşiktaş'ı çok iyi seyrederek maça başlaması (orta sahasını çözmüştü Beşiktaş'ın) oyunun belli bir kısmında Rüştü ile başlayan 50 metrelik oyun sahasında 7-8 Beşiktaşlı oyuncu görmemize neden oldu. Üstüne de Ernst-Fink ikilisi kilitlenmiş bir Beşiktaş izlemek işkencenin hallicesiydi Soğuk duş olarak bir de İnceman değişikliğini yapınca Denizli king tabiriyle "Rıfkı" yı yemiş olduk.
Artık bir gerçeği görmek lazım. Bu takımın gol pozisyonuna girme sıkıntısı yok ama gol atmayı becerememe sıkıntısı var. 10 metre ve altındaki mesafelerden kaleyi bulamayan veya kalecinin üstüne vurulan şut sayısı korner sayımızı geçiyor bazı maçlarda. Sezon başında da söylemiştik. Evet belki Porto ve Lyon ile güzel maçlar çıkarıp Şampiyonlar Ligi'ne hazırlandık ama biraz da Avrupa'nın düşük lig takımlarıyla oynayıp gol idmanı yapmak gerekliydi.Hazırlık maçı da olsa antremandan daha etkilidir gerçek doksan dakikalar.
İbrahim Üzülmez Krasic muhabbeti uzun süre unutulmaz heralde. , (muhabbet diyorum çünkü gülüşmeye bile başladılar bir ara) sonradan öğrendik ki Krasic, transferi hakkında konuşmuş Üzülmez ile :). Liverpool'a transfer olmak istiyormuş ama CSKA izin vermiyormuş vesaire vesaire..
8 Aralık 2009 Salı
İşte Cate İşte Gate ("Kapı")
Doping ve CSKA Moskova
6 Aralık 2009 Pazar
Campeonato!!! Clube De Regatas Do Flamengo!!!
Hüseyin Göçek......................!
4 Aralık 2009 Cuma
Afrika'da Gruplar
Maradona'nın Arjantin'i ile İtalyan Capello'nun İngiltere'si gözü kapalı bir üst turdalar. İspanya ile Almanya'nın da kura sonuçları güzel ve muhtemelen ikinci maçlar sonucunda onlar da bir üst turu garantiler.
Ölüm grubu içi oyumu G Grubu için kullanıyorum. Brezilya, Fildişi Sahilleri, Portekiz ve Kuzey Kore'nin olduğu bu grupta gönlümden geçen Brezilya ile Fildişi Sahilleri'nin bir üst tura çıkması. Bu gözler Drogba'yı mümkün olduğunca çok izlemek ister.
Lastik Patladı...
2 Aralık 2009 Çarşamba
El Classico ve Kız İsteme
Cumartesi gecesi finalini Valencia’nın ve Sevilla’nın aptalca puan kayıpları ile yaptık ailecek. Valencia, Mallorca karşısında 1-0 öne geçtikten sonra oyunu yavaşlatıp maçın bu skorla bitmesi için çalışıp çabaladı ama Mallorca son 10 dakika içinde bulduğu gol ile El Classico’nun olduğu hafta sonunda Valencia’ya şımarma! mesajı verdi. Sevilla maçında da ayrı enteresanlıklar oldu. İlk yarıda Malaga’yı yiyip bitirir dediğim Sevilla soyunma odasına 2-0 geride girdiğinde idrak edebildi bu maçın önemini. İkinci yarıda tek kale oynayıp, baskının kralını yaptılar ama sadece 2-2’ye getirebildiler maçı.
1 Aralık 2009 Salı
Kargalar Soğuk Havada Donar mı?
24 Kasım 2009 Salı
Yaşlanmış Kerata (!)
22 Kasım 2009 Pazar
Bu Sevda Engel Tanımaz!
Ibrahim The Mad ("Deli İbrahim")
Ortalama bir futbol seyircisi bile Fenerbahçe’yi durdurmanın yolunun Alex'i adam adama marke etmekten geçtiğini kolayca çözebilir. Mustafa Denizli'nin elinde de Fink gibi pranga kuvvetinde bir Alman olduğu düşünülürse, Daum'un ikinci bir oyun planı olmaması beni bile şaşırttı açıkçası. Tüm planı Beşiktaş karşısında geriye yaslandıktan sonra iyi ve tempolu paslarla ve uzaktan şutlarla ev sahibi karşısında öne geçip, Kadıköy’de bu sene çoğu maçta yaptığı gibi oyunu rölantiye almaktı. Maalesef olmadı, bir iki cılız atak ve penaltı pozisyonu dışında Ferrari – Sivok - Rüştü üçlüsü Beşiktaş'da olağanın aksine isimleri en az telaffuz edilen isimlerdi. Halbuki İnönü’deki Kasımpaşa maçında bile Ferrari - Sivok’lu defans ikilisi daha çok zorlanmıştı.
Bence daha da ilginç olan Fenerbahçe karşısında kesinlikle en başta eriyecek gibi duran Serdar Özkan-İbrahim Üzülmez ikilisiydi. Çünkü önlerinde Gökhan Gönül ve Mehmet Topuz gibi fizik kapasiteleri ile ilk 60 dakika yüksek tempoyla ve dikine gidebilen futbolcular vardı. Gökhan iki üç kere zorlamayı denese de Topuz'un ayaklarının neden ters istikamette gittiğini anlayamadım. Aklının 20 hafta evvelki transfer karmaşasında olmadığını ümit ediyorum. Çünkü Beşiktaş taraftarı bunu çoktan unuttu bile. İbrahim Üzülmez 2000 yılında Barcelona maçından sonra ilk defa bu kadar çizgiye doğru düzgün ve akıllı koşular yaptı. İkinci yarıda Tello efsanevi Markus Münch'ü andıran bir oyun sergileyince Beşiktaş’ın sol tarafı beni 9 sene evveline götürdü. Nitekim İbo 2,5 asistle maçı bitirdi, hatta Bobo'nun kafayla gole yaklaştığı ve Uğur İnceman'ın da ıskaladığı topu sayarsak, Beşiktaş’ın nerdeyse tüm pozisyonlarında Deli İbo'nun sağ ayağının parmağı (!) vardı.
Bobo henüz geri dönmüş değil ve işte bu yüzden iki takımın da forvetsiz olduğu bir derbi maçı oynandı aslında. Beşiktaş son altı haftada yaptığı gibi yine başka bir mevkiden oyuncusunu yıldız yaptı ve maçı kazandı. Mustafa Denizli'nin kafasında oynattığı maçın bu olmadığından ne kadar eminsem Daum'un da Fink'i düşünmediğinden o kadar eminim. Yaşlı kurtlar galiba gerçekten artık yaşlandılar. 2-0’dan sonra artık gardını iyice indiren Fenerbahçe’ye karşı Tabata kroşesini vurmak varken rakibe saygıdan mı yoksa orta sahayı kaybederim korkusuyla mı bilemiyorum ama Uğur değişikliği yapıldı. Ancak, kazanan takım daima haklı olduğu tezinden yola çıkılarak Denizli'nin bu değişikliğinin akıllıca olduğu yorumlanacaktır ama bence tarihi yeniden biçimlemekten alıkoydu bizi Denizli.
Sonuç olarak bu sezon tüm lig maçlarında gol atmış Fenerbahçe’ye attırmadan 3 gol atmak kolay değil, hele ki İnönü’de kıramadığın bir şanssızlığın varsa. Beşiktaş yıllardır biriktirdiği lakabına yakışır şekilde geri döndü. Bir takıma "5 dakikada Beşiktaş" denmesi hem komik hem de temeli sağlam bir slogandır. Sen ilk altı haftada 6 puanı zor kurtar sonra 21 puan topla üst üste, olacak iş değil (!). Beşiktaş haftaya Sivas'ta da kazanırsa 8’de 8 yapmış olacak, sizce de çok ironik değil mi?
Bu takım ayakta alkışlanmayı hak etmiyor mu?. Hem de kulüp seçimleri tarikatların, güç dengelerinin ve küfürlerin altında ezilmişken…
Totem
Ev sahibi arkadaşlarımızdan esas oğlan Beşiktaş taraftarı, esas kızımız da Fenerbahçeli. Maç boyunca atışıp duruyorlar. Ben de önce Kazım'a yapılan müdaheleye böyle faul olmaz derken, iki dakika sonra Gökhan Gönül'ün düşürülmesine penaltı deyip ortalığı iyice kızıştırıyorum.
Bu atışmalarla geçen dakikalardan sonra kahkahalar patladı bir anda. Meğer, Beşiktaşlı arkadaşımız gizliden gizliye totem yapmış. Biz bu totemi tabela 3-0'a geldiğinde öğrenebildik. Golün olmasıyla Beşiktaş forması bir anda çıkartılıp altındaki bu sweat çıktı ortaya.
İşte bu yüzden futbol hayattır diyorum inatla...
İlk Transfer...
21 Kasım 2009 Cumartesi
En Rahat Derbi (!)...
Polonya - Ukranya 2012
Kuralar 2010 Şubat'ında çekilecek ve 6 takımdan oluşacak 6 grup (Grup A-F) ile 5 takımdan oluşacak 3 grup (Grup G-I) belirlenecek. Grup birincileri ile en iyi grup ikincisi aktarma yapmadan doğrudan uçacak turnuvaya. Kalan 8 grup ikincisinden play-off sonucunda 4'ü de turnuvaya son biletleri kapacak...
Bizim için en hayırlısı 5 takımlı gruplardan birine düşmek olsa gerek. Malum, bizim narin futbolcularımız çok fazla maç yapınca yorgun (!) düşüyorlar.
1. Pot: Almanya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İngiltere, İspanya, İtalya, Portekiz ve Rusya
2. Pot: Çek Cumhuriyeti, Danimarka, İsveç, İsviçre, Romanya, Sırbistan, Slovakya, Türkiye ve Yunanistan
3. Pot: Avusturya, Bosna Hersek, Bulgaristan, Finlandiya, İrlanda Cumhuriyeti, İskoçya, İsrail, Norveç ve Kuzey İrlanda
4. Pot: Belarus, Belçika, Galler, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Macaristan, Makedonya ve Slovenya
5. Pot: Arnavutluk, Ermenistan, Estonya, Gürcistan, İzlanda, Karadağ, Kazakistan, Lihtenltayn ve Moldova
6. Pot: Andorra, Azerbaycan, Faroe Adaları, Malta, Lüksemburg ve San Marino
(* Potlardaki sıralama alfabetiktir, puan sıralaması yapılmamıştır.)
19 Kasım 2009 Perşembe
Son Biletler
17 Kasım 2009 Salı
Heykel Dediğin Böyle Olur...
10 Kasım 2009 Salı
Rafa Benitez
Rafa Benitez Liverpool'a imza attığında her ne kadar iki İspanya Ligi şampiyonluğu ve bir UEFA kupası şampiyonluğu ünvanlarını taşısa da İngiliz medyası tarafından yadırganan bir hamle olmuştu. José Mourinho'nun Chelsea'si karşısındaşampiyonluk yolunda hiç bir şans tanınmayan Benitez'i zor bir sezon bekliyordu. Liverpool macerasının ilk aylarında Gerrard'ı Chelsea'ye kaptırmamak için o kadar çok uğraştı ki, bu arada Michael Owen'ın ellerin arasından kayıp Real Madrid'in yolunu tutmasına engel olamadı. Ligde ilk haftalardaki puan kayıplarıyla bir anda yarıştan kopan Liverpool Şampiyonlar Ligi maçlarında gösterdiği insanüstü performans ile sürpriz sayılabilecek galibiyetler alarak yoluna devam ediyordu. Ancak, sürpriz galibiyetlerin Chelsea ile oynanacak olan yarı final mücadelelerinde son bulacağı düşünülüyordu. Ta ki, Liverpool adını İstanbul'daki finale yazdırana kadar.
Benim de aralarında bulunduğu çoğu futbolsever Liverpool'un bu noktaya büyük bir şans eseri ulaştığını ve AC Milan karşısında hezimete uğrayacağını düşünüyordu. Nitelim maçın ilk yarısındaki Milan rüzgarı sonrasında herkes çekirge bir daha sıçrayamadı diye geçiriyordu içinden. Fakat, hepimize kapak olurcasına Liverpool ikinci yarıdaki oyunu ile kupayı kaldırdığında hepimiz mucizenin nasıl doğduğuna şahit oluyorduk.
Rafa, Anfield Road'daki ilk sezonu sonunda Uefa Şampiyonluğu madalyasının yanına bir de Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu madalyasını da asmış olmanın gururu ile yeni sezona yüksek bir transfer bütçesi ile ödünlendirildi. Ama "paraları paraları saç saç saç" stratejisi sonucunda transfer sezonunu başarısız bir şekilde kapatıp Premier Lig şampiyonluğuna da daha lig başlamadan elveda dedi. Sezonu 2006 yılı FA Cup Şampiyonu olarak bitirmeleri hem Liverpool taraftarını hem de Liverpool medyasını tatmin etmedi. Zaten, o gün bugündür kupaya hasret kaldı Reds.
Liverpool'daki son üç sezonda boşa harcadığı paralar yüzünden bu sezon başında Xabi Alanso, Arbeloa gibi yıldızlarını kaybetmek ve kısıtlı tranfer bütçesi yüzünden önemli transfer gerçekleştirememek zorunda kalan Rafael Benitez için çanlar çalmaya başladı. Sezon başından beri berbat futbol oynattığı takımının her puan kaybı sonrası mazeretler üretmeye çalışan, bazen de futbolcularını suçlayan Benitez kendisini kör kuyulara attırmak için elinden geleni yapıyor. İşte bu yüzden, Premier Lig'de üst üste puan kayıplarının yanı sıra, Şampiyonlar Ligi'nde tur şansını mucizelere bırakan Liverpool'da ani bir kan değişikliği gerçekleşme olasılığı her geçen gün artıyor. İngiliz gazetelerinden okuduğum bazı haberleri de dikkate alırsak bir teknik direktör için en büyük tehlike olan takım içinde huzursuzluk baş göstermeye başlamış ve bu huzursuzluklar sonucunda genellikle teknik direktörler için "The End" olur.
Bekleyip göreceğiz...
8 Kasım 2009 Pazar
Böyle Aşk Düşman Başına...
7 Kasım 2009 Cumartesi
KEWELL from Galatasaray..!
Günlük hayatta ne kadar sakin, küfüre ve kavgaya karşı olursak olalım , gönül verdiğimiz renkler için yeri geldiğinde bağırıp çağırır, ağıza alınmayacak küfürler edip kavga ederiz. En yakın dostumuzla küsmeyi bile göze alabiliriz. Çoğu kadın ve bazı erkekler futbola olan tutkumuzu yadırgarlar. Bir topun peşinde koşan 22 adam için yeri geldiğinde ağlayan, sarhoş olan, yeri geldiğinde de sevinç çığlıkları atan bizleri anlamadan izlerler.
Ancak, bizim için bir yaşamdır futbol. Bıraksalar haftanın her günü her dakika futbol maçı izleyebiliriz. İşte bu tutku yüzünden takımımızın oynadığı maçların özetlerini bıkmadan, usanmadan defalarca izleyip, her seferinde o 1’er dakikalık görüntülerde farklı şeyler bulabiliriz.
Futbol öyle bir tutkudur ki, bazen hiç görmediğimiz ve izleme fırsatına erişemediğimiz Metin Oktay için besteler yapar, doğum günlerinde ve ölüm yıl dönümlerinde mezarının başına gidip O’nun için dua ederiz. Maçlarda Metin gibi oynayın diye bağırırız. Tıpkı benim yaptığım gibi, elini formasının tam da kalbinin hizasına gelen Galatasaray ambleminin üstüne koyduğu fotoğrafını evimizin duvarına asar, bilgisayarımızın arka planı yaparız.
Futbol öyle bir tutkudur ki, yaradılış olarak “Seni Seviyorum” kelimelerini bir araya getirmekten kaçınan, bu sözleri söylemekten çekinen bizler, yan yana gelip hep bir ağızdan “I Love You Hagi” diye avazımız çıktığı kadar bağırabiliriz. Trabzonspor maçından sonra, kaçan şampiyonluğun değil, onu bir daha izleyemeyecek olmanın verdiği üzüntü ile ağlarız saatlerce.
Futbol öyle yalandan değil, harbiden bir tutkudur. İşte bu yüzden, gözümünde ve kalbimizde her bir her futbolcunun yeri aynı değildir. Metin Oktay’ı, Hagi’yi, Can Bartu’yu ya da Pascal Nouma’yı ayrı bir yerinde tutarız kalbimizin. Bizim tutkumuzu paylaştıkları, kalplerimizi de kendi kalplerinin bir parçası olarak görüp tüm benlikleri ve ruhlarıyla savaştıkları için...
Büyük ihtimalle çoğunuz içinizden bu adam neden bahsediyor böyle diye geçiriyordur. Yazının başlığında “Kewell from Galatasaray” yazarken neden şu ana kadar Kewell’ın adının geçmediğini düşünüp duruyordur.
O zaman yazının uzuuuuunnn giriş bölümünü bitirip asıl konudan bahsetmeye başlayayım.
Bir gün ofiste çalışırken kardeşim aradı beni. “Abi, galatasaray.org’a bak“ diyordu heyecandan titreyen sesiyle…İşi gücü bırakıp hemen oturdum bilgisayarın başına ve dediğini yapıp girdim resmi siteye. Sitenin girişinde “Kewell Galatasaray’da!” yazdığını gördüğümde içimi bir heyecan ve mutluluk kapladı bir anda. Büyük bir başarıydı O’nu Galatasaray’a getirebilmek. Takıma önemli katkılar yapacağından hiç şüphem yoktu . Ancak, kendisi için bu satırları yazacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.
Ali Sami Yen’de ilk kez bizlerle buluştuğunda en az bizim kadar O da heyecanlıydı. Sabri’nin tarif ettiği gibi yanımıza gelip yumruk şovunu yaptı yüzündeki gülücüklerle. O ilk maçta attığı golle de bizlere fevkalade bir hediye ile "beni önemseyin" mesajını verdi.
GS Mobile reklamında dediği gibi bazen yere düştü, yere düşürüldü ama hiçbir zaman savaşmaktan kaçınmadı. Skibbe’nin O’nu 70.dakikadan sonra oyundan çıkarttığı her maçta oyundan çıkarken 20 dakika daha savaşamadığı için üzüldüğünü gösterdi bizlere.
Bordeaux maçındaki golü gibi önemli gollere imza atarken, bazen stoper olarak oynayıp takımı için her şeyi yapabileceğini kanıtladı herkese. Yedek kaldığında küsmedi kimseye, sırası geldiğinde çıkıp oynadı gücenmeden. Ben ve benim gibi çoğu Galatasaraylı için ilah olma yolunda yavaş yavaş ilerledi kimseye çaktırmadan.
Harry Kewell’ın kişiliği ve futbol karakteri hakkında bu kadar kafa yormamıza da gerek yoktu aslında. Bu kadar çabanın yerine Avustralya Profesyonel Futbolcular Birliği tarafından verilen yılın genç oyuncusu ödülünün ismine yani “Harry Kewell Medal’a (Harry Kewell madalyası)” bakmak yeterliydi.
O’nu, Metin Oktay ve Hagi ile aynı mertebeye çıkarmamdaki nedenler sadece yukarıda yazdıklarım değil aslında. 2 sezondur Galatasaray her gol attığında her gol sevincinde onu arıyor gözlerim. Çünkü gollerden sonra takım ile bütünleşip o kadar güzel ve içten gülüyor ki hissediyorsunuz duyduğu mutluluk ve hazı. Bunun için çok geriye gitmeye de gerek yok. Dinamo Bükreş ile Ali Sami Yen’deki ilk maçta attığı gol sonrasında Servet ile paylaştığı gol sevincini ya da aynı takımla deplasmanda oynadığımız maçta önce kendisinin, sonra da Nonda’nın attığı gol sonrasındaki gülümsemesini hatırlayın.
Kewell’ın onca gol sevinçleri içinden biri var ki, eğer izlemediyseniz lütfen hemen izleyin. Mehmet Topal’ın harika golü sonrasında herkes Topal’a sarılıp onu kutlarken Kewell, Mehmet’i dürtüp ellerini açarak mimikleriyle “Ne yaptın olum sen?” diye sorarken hem benim, hem Galatasaraylıların hem de çoğu futbolseverin tebessüm etmesine neden oldu.
Güzel bir İstanbul akşamında, sahilde oturmuş Boğaz’ı izlemenin verdiği duygu yoğunluğunun da etkisiyle Kewell’ı sevmek için yüzlerce neden daha sayabilirim aslında. Ama ne yazık ki yavaş yavaş son noktayı koymam gerekiyor.
Sergen Yalçın’ın yaptığını yapmayıp, yeteneğini sadece kendisine saklamayarak bizlerle paylaşan, gösteriş budalası bazı futbolcular gibi “Ben, yalnızca ben…” demeyen, hem kendisi hem takımı için elinden geleni yapıp, hiçbir zaman kaliteli kişiliğinden ödün vermeyen, tribünlere bencilce şovlar yapmak için değil, kendisinin veyahut takımının attığı goller sonrasındaki sevincini paylaşmak için giden Kewell için “Seni Seviyorum” demeyeceksem bencillik yapmış olmaz mıyım?
5 Kasım 2009 Perşembe
1 Serbest Vuruş ve 4 Kaleci
Şampiyonlar Ligi ve Fransızlar
4 Kasım 2009 Çarşamba
Porto Kicks (!) Atletico Madrid...
3 Kasım 2009 Salı
Uefa Champions League 2009/2010
Birmingham Şövalyesi
2 Kasım 2009 Pazartesi
Okay Karacan
1 Kasım 2009 Pazar
Bülent Uygun vs Muhsin Ertuğral
Primera Liga İstatistikleri
Geçtiğimiz yıl, Guardiola'nın Barcelona'sı oynadığı uzay futbolu ile bütün kupaları toplarken, Real Madrid tarafında ise bilhassa Santiago Barnebau'daki büyük hezimet sonrasında acıların çocuğu sendromu yaşanıyordu. Juande Ramos bu rezilliği unutturmak için uzay takımına karşı ikinci Los Galacticos dönemini oluşturmak zorunda kaldı. Bu zaruret dünyanın her köşesindeki futbolseverler için enfes bir armağan oldu.
Sezona hem Barcelona hem de Real Madrid çok hızlı girip galibiyet serileri ile kasıp kavurdular ilk haftaları. Ancak, her iki takımda beklenmedik puan kayıplarıyla ufak çaplı şoklar yaşattı futbolseverlere. Şüphesiz bu dönemdeki en büyük şoku (kupa maçlarını bir kenara bırakıyorum) dün akşam Osasuna deplasmanında son dakikada kalesinde gördüğü gol ile 2 puan bırakan Barcelona yaşattı bizlere.
Bugün oynanacak maçlarla 9 haftayı geride bırakacağımız Primera Liga'ya damgasını aldığı kötü sonuçlarla Atletico Madrid vurdu şüphesiz. 9 maç, 4 beraberlik ve 4 mağlubiyetin yanında sadece ve sadece tek bir galibiyet ile 17. sıradalar puan cetvelinde.Aynı zamanda yedikleri 19 gol ile koca ligin averaj takımı olma madalyasını kimselere kaptırmadılar.
İspanya'da toplam 84 maç oynandı şu ana kadar. Bu maçların 43'ünü ev sahibi takımlar kazanırken deplasman takımları 21 kez galibiyetle döndüler evlerine. Bu süreçte toplam 227 gol atılırken maç başına gol ortalaması 2.7 olarak gerçekleşti. Ancak bu istatistik kimseyi yanıltmasın. Geçen senelere göre 2.5 üstü biten maç sayısı çok daha düşük sayılarda kalıyor. Bu ortalamanın tek nedeni Barcelona ve Real Madrid'in yüksek gol ortalamaları...
Barcelona, attığı 24 golle ligin en golcü takımıyken aynı zamanda kalesinde gördüğü 5 golle ligin en az gol yiyen takımı ünvanına da sahip. Ibrahimovic ( nam-ı diğer Il Genio) attığı 7 gol, Messi ise attığı 6 gol ile bu sezon takımı sırtlayacaklarını gözler önüne serdiler bir kez daha.
Ali Sami Yen yollarına düşeceğim için, istatistikleri biraz kısa tutacağım bugün izninizle. Zaten vereceğim bu son bilgi sonrasında bir şeyler karalamanın pek anlamı kalmıyor.
Dünyadaki en önemli golcülerin yer aldığı La Liga'da attığı 6 gol ile Seydou Keita'nın gol krallığında ikinci sırada yer alıyor. Daha bitmedi? Seydou Keita aynı zamanda 2009-2010 sezonunda La Liga'nın hat-trick yapan tek futbolcusu...