Futbola, futbol takımına, o takımın renklerine ve bazen de futbolcularına olan bağlılık çoğumuz için büyük önem taşıyor. Öyle ki, bir kızla tanıştığımızda hangi takım taraftarı olduğu sormadan edemeyiz ya da işe alım sırasında adaydan okuduğu okul yerine tuttuğu takımı söylemesini isteriz. Hatta bu bağlılık ve sevgi o kadar kuvvetlidir ki, beraber olduğumuz insanlara olan sevgimizi tasvir ederken bu sevgiyi bir karşılaştırma öğesi olarak kullanırız; “seni Galatasaray’ı sevdiğim gibi seviyorum”, ya da “sana duyduğum sevgi sarı lacivert renklere olan sevgimden daha da yüce” gibi… Kısacası futbol, çoğumuz için bir hayat, taraftarı olduğumuz takım ise kalbimiz ve o kalbe giden atardamarlarımızdır.
Günlük hayatta ne kadar sakin, küfüre ve kavgaya karşı olursak olalım , gönül verdiğimiz renkler için yeri geldiğinde bağırıp çağırır, ağıza alınmayacak küfürler edip kavga ederiz. En yakın dostumuzla küsmeyi bile göze alabiliriz. Çoğu kadın ve bazı erkekler futbola olan tutkumuzu yadırgarlar. Bir topun peşinde koşan 22 adam için yeri geldiğinde ağlayan, sarhoş olan, yeri geldiğinde de sevinç çığlıkları atan bizleri anlamadan izlerler.
Ancak, bizim için bir yaşamdır futbol. Bıraksalar haftanın her günü her dakika futbol maçı izleyebiliriz. İşte bu tutku yüzünden takımımızın oynadığı maçların özetlerini bıkmadan, usanmadan defalarca izleyip, her seferinde o 1’er dakikalık görüntülerde farklı şeyler bulabiliriz.
Futbol öyle bir tutkudur ki, bazen hiç görmediğimiz ve izleme fırsatına erişemediğimiz Metin Oktay için besteler yapar, doğum günlerinde ve ölüm yıl dönümlerinde mezarının başına gidip O’nun için dua ederiz. Maçlarda Metin gibi oynayın diye bağırırız. Tıpkı benim yaptığım gibi, elini formasının tam da kalbinin hizasına gelen Galatasaray ambleminin üstüne koyduğu fotoğrafını evimizin duvarına asar, bilgisayarımızın arka planı yaparız.
Futbol öyle bir tutkudur ki, yaradılış olarak “Seni Seviyorum” kelimelerini bir araya getirmekten kaçınan, bu sözleri söylemekten çekinen bizler, yan yana gelip hep bir ağızdan “I Love You Hagi” diye avazımız çıktığı kadar bağırabiliriz. Trabzonspor maçından sonra, kaçan şampiyonluğun değil, onu bir daha izleyemeyecek olmanın verdiği üzüntü ile ağlarız saatlerce.
Futbol öyle yalandan değil, harbiden bir tutkudur. İşte bu yüzden, gözümünde ve kalbimizde her bir her futbolcunun yeri aynı değildir. Metin Oktay’ı, Hagi’yi, Can Bartu’yu ya da Pascal Nouma’yı ayrı bir yerinde tutarız kalbimizin. Bizim tutkumuzu paylaştıkları, kalplerimizi de kendi kalplerinin bir parçası olarak görüp tüm benlikleri ve ruhlarıyla savaştıkları için...
Büyük ihtimalle çoğunuz içinizden bu adam neden bahsediyor böyle diye geçiriyordur. Yazının başlığında “Kewell from Galatasaray” yazarken neden şu ana kadar Kewell’ın adının geçmediğini düşünüp duruyordur.
O zaman yazının uzuuuuunnn giriş bölümünü bitirip asıl konudan bahsetmeye başlayayım.
Bir gün ofiste çalışırken kardeşim aradı beni. “Abi, galatasaray.org’a bak“ diyordu heyecandan titreyen sesiyle…İşi gücü bırakıp hemen oturdum bilgisayarın başına ve dediğini yapıp girdim resmi siteye. Sitenin girişinde “Kewell Galatasaray’da!” yazdığını gördüğümde içimi bir heyecan ve mutluluk kapladı bir anda. Büyük bir başarıydı O’nu Galatasaray’a getirebilmek. Takıma önemli katkılar yapacağından hiç şüphem yoktu . Ancak, kendisi için bu satırları yazacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.
Ali Sami Yen’de ilk kez bizlerle buluştuğunda en az bizim kadar O da heyecanlıydı. Sabri’nin tarif ettiği gibi yanımıza gelip yumruk şovunu yaptı yüzündeki gülücüklerle. O ilk maçta attığı golle de bizlere fevkalade bir hediye ile "beni önemseyin" mesajını verdi.
GS Mobile reklamında dediği gibi bazen yere düştü, yere düşürüldü ama hiçbir zaman savaşmaktan kaçınmadı. Skibbe’nin O’nu 70.dakikadan sonra oyundan çıkarttığı her maçta oyundan çıkarken 20 dakika daha savaşamadığı için üzüldüğünü gösterdi bizlere.
Bordeaux maçındaki golü gibi önemli gollere imza atarken, bazen stoper olarak oynayıp takımı için her şeyi yapabileceğini kanıtladı herkese. Yedek kaldığında küsmedi kimseye, sırası geldiğinde çıkıp oynadı gücenmeden. Ben ve benim gibi çoğu Galatasaraylı için ilah olma yolunda yavaş yavaş ilerledi kimseye çaktırmadan.
Harry Kewell’ın kişiliği ve futbol karakteri hakkında bu kadar kafa yormamıza da gerek yoktu aslında. Bu kadar çabanın yerine Avustralya Profesyonel Futbolcular Birliği tarafından verilen yılın genç oyuncusu ödülünün ismine yani “Harry Kewell Medal’a (Harry Kewell madalyası)” bakmak yeterliydi.
O’nu, Metin Oktay ve Hagi ile aynı mertebeye çıkarmamdaki nedenler sadece yukarıda yazdıklarım değil aslında. 2 sezondur Galatasaray her gol attığında her gol sevincinde onu arıyor gözlerim. Çünkü gollerden sonra takım ile bütünleşip o kadar güzel ve içten gülüyor ki hissediyorsunuz duyduğu mutluluk ve hazı. Bunun için çok geriye gitmeye de gerek yok. Dinamo Bükreş ile Ali Sami Yen’deki ilk maçta attığı gol sonrasında Servet ile paylaştığı gol sevincini ya da aynı takımla deplasmanda oynadığımız maçta önce kendisinin, sonra da Nonda’nın attığı gol sonrasındaki gülümsemesini hatırlayın.
Kewell’ın onca gol sevinçleri içinden biri var ki, eğer izlemediyseniz lütfen hemen izleyin. Mehmet Topal’ın harika golü sonrasında herkes Topal’a sarılıp onu kutlarken Kewell, Mehmet’i dürtüp ellerini açarak mimikleriyle “Ne yaptın olum sen?” diye sorarken hem benim, hem Galatasaraylıların hem de çoğu futbolseverin tebessüm etmesine neden oldu.
Güzel bir İstanbul akşamında, sahilde oturmuş Boğaz’ı izlemenin verdiği duygu yoğunluğunun da etkisiyle Kewell’ı sevmek için yüzlerce neden daha sayabilirim aslında. Ama ne yazık ki yavaş yavaş son noktayı koymam gerekiyor.
Sergen Yalçın’ın yaptığını yapmayıp, yeteneğini sadece kendisine saklamayarak bizlerle paylaşan, gösteriş budalası bazı futbolcular gibi “Ben, yalnızca ben…” demeyen, hem kendisi hem takımı için elinden geleni yapıp, hiçbir zaman kaliteli kişiliğinden ödün vermeyen, tribünlere bencilce şovlar yapmak için değil, kendisinin veyahut takımının attığı goller sonrasındaki sevincini paylaşmak için giden Kewell için “Seni Seviyorum” demeyeceksem bencillik yapmış olmaz mıyım?
Günlük hayatta ne kadar sakin, küfüre ve kavgaya karşı olursak olalım , gönül verdiğimiz renkler için yeri geldiğinde bağırıp çağırır, ağıza alınmayacak küfürler edip kavga ederiz. En yakın dostumuzla küsmeyi bile göze alabiliriz. Çoğu kadın ve bazı erkekler futbola olan tutkumuzu yadırgarlar. Bir topun peşinde koşan 22 adam için yeri geldiğinde ağlayan, sarhoş olan, yeri geldiğinde de sevinç çığlıkları atan bizleri anlamadan izlerler.
Ancak, bizim için bir yaşamdır futbol. Bıraksalar haftanın her günü her dakika futbol maçı izleyebiliriz. İşte bu tutku yüzünden takımımızın oynadığı maçların özetlerini bıkmadan, usanmadan defalarca izleyip, her seferinde o 1’er dakikalık görüntülerde farklı şeyler bulabiliriz.
Futbol öyle bir tutkudur ki, bazen hiç görmediğimiz ve izleme fırsatına erişemediğimiz Metin Oktay için besteler yapar, doğum günlerinde ve ölüm yıl dönümlerinde mezarının başına gidip O’nun için dua ederiz. Maçlarda Metin gibi oynayın diye bağırırız. Tıpkı benim yaptığım gibi, elini formasının tam da kalbinin hizasına gelen Galatasaray ambleminin üstüne koyduğu fotoğrafını evimizin duvarına asar, bilgisayarımızın arka planı yaparız.
Futbol öyle bir tutkudur ki, yaradılış olarak “Seni Seviyorum” kelimelerini bir araya getirmekten kaçınan, bu sözleri söylemekten çekinen bizler, yan yana gelip hep bir ağızdan “I Love You Hagi” diye avazımız çıktığı kadar bağırabiliriz. Trabzonspor maçından sonra, kaçan şampiyonluğun değil, onu bir daha izleyemeyecek olmanın verdiği üzüntü ile ağlarız saatlerce.
Futbol öyle yalandan değil, harbiden bir tutkudur. İşte bu yüzden, gözümünde ve kalbimizde her bir her futbolcunun yeri aynı değildir. Metin Oktay’ı, Hagi’yi, Can Bartu’yu ya da Pascal Nouma’yı ayrı bir yerinde tutarız kalbimizin. Bizim tutkumuzu paylaştıkları, kalplerimizi de kendi kalplerinin bir parçası olarak görüp tüm benlikleri ve ruhlarıyla savaştıkları için...
Büyük ihtimalle çoğunuz içinizden bu adam neden bahsediyor böyle diye geçiriyordur. Yazının başlığında “Kewell from Galatasaray” yazarken neden şu ana kadar Kewell’ın adının geçmediğini düşünüp duruyordur.
O zaman yazının uzuuuuunnn giriş bölümünü bitirip asıl konudan bahsetmeye başlayayım.
Bir gün ofiste çalışırken kardeşim aradı beni. “Abi, galatasaray.org’a bak“ diyordu heyecandan titreyen sesiyle…İşi gücü bırakıp hemen oturdum bilgisayarın başına ve dediğini yapıp girdim resmi siteye. Sitenin girişinde “Kewell Galatasaray’da!” yazdığını gördüğümde içimi bir heyecan ve mutluluk kapladı bir anda. Büyük bir başarıydı O’nu Galatasaray’a getirebilmek. Takıma önemli katkılar yapacağından hiç şüphem yoktu . Ancak, kendisi için bu satırları yazacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.
Ali Sami Yen’de ilk kez bizlerle buluştuğunda en az bizim kadar O da heyecanlıydı. Sabri’nin tarif ettiği gibi yanımıza gelip yumruk şovunu yaptı yüzündeki gülücüklerle. O ilk maçta attığı golle de bizlere fevkalade bir hediye ile "beni önemseyin" mesajını verdi.
GS Mobile reklamında dediği gibi bazen yere düştü, yere düşürüldü ama hiçbir zaman savaşmaktan kaçınmadı. Skibbe’nin O’nu 70.dakikadan sonra oyundan çıkarttığı her maçta oyundan çıkarken 20 dakika daha savaşamadığı için üzüldüğünü gösterdi bizlere.
Bordeaux maçındaki golü gibi önemli gollere imza atarken, bazen stoper olarak oynayıp takımı için her şeyi yapabileceğini kanıtladı herkese. Yedek kaldığında küsmedi kimseye, sırası geldiğinde çıkıp oynadı gücenmeden. Ben ve benim gibi çoğu Galatasaraylı için ilah olma yolunda yavaş yavaş ilerledi kimseye çaktırmadan.
Harry Kewell’ın kişiliği ve futbol karakteri hakkında bu kadar kafa yormamıza da gerek yoktu aslında. Bu kadar çabanın yerine Avustralya Profesyonel Futbolcular Birliği tarafından verilen yılın genç oyuncusu ödülünün ismine yani “Harry Kewell Medal’a (Harry Kewell madalyası)” bakmak yeterliydi.
O’nu, Metin Oktay ve Hagi ile aynı mertebeye çıkarmamdaki nedenler sadece yukarıda yazdıklarım değil aslında. 2 sezondur Galatasaray her gol attığında her gol sevincinde onu arıyor gözlerim. Çünkü gollerden sonra takım ile bütünleşip o kadar güzel ve içten gülüyor ki hissediyorsunuz duyduğu mutluluk ve hazı. Bunun için çok geriye gitmeye de gerek yok. Dinamo Bükreş ile Ali Sami Yen’deki ilk maçta attığı gol sonrasında Servet ile paylaştığı gol sevincini ya da aynı takımla deplasmanda oynadığımız maçta önce kendisinin, sonra da Nonda’nın attığı gol sonrasındaki gülümsemesini hatırlayın.
Kewell’ın onca gol sevinçleri içinden biri var ki, eğer izlemediyseniz lütfen hemen izleyin. Mehmet Topal’ın harika golü sonrasında herkes Topal’a sarılıp onu kutlarken Kewell, Mehmet’i dürtüp ellerini açarak mimikleriyle “Ne yaptın olum sen?” diye sorarken hem benim, hem Galatasaraylıların hem de çoğu futbolseverin tebessüm etmesine neden oldu.
Güzel bir İstanbul akşamında, sahilde oturmuş Boğaz’ı izlemenin verdiği duygu yoğunluğunun da etkisiyle Kewell’ı sevmek için yüzlerce neden daha sayabilirim aslında. Ama ne yazık ki yavaş yavaş son noktayı koymam gerekiyor.
Sergen Yalçın’ın yaptığını yapmayıp, yeteneğini sadece kendisine saklamayarak bizlerle paylaşan, gösteriş budalası bazı futbolcular gibi “Ben, yalnızca ben…” demeyen, hem kendisi hem takımı için elinden geleni yapıp, hiçbir zaman kaliteli kişiliğinden ödün vermeyen, tribünlere bencilce şovlar yapmak için değil, kendisinin veyahut takımının attığı goller sonrasındaki sevincini paylaşmak için giden Kewell için “Seni Seviyorum” demeyeceksem bencillik yapmış olmaz mıyım?
2 yorum:
Seni sevmeyen olsun.
E daha ne olsun. Bu adam için yazılabilecek en güzel yazılardan biri. (Biraz geç gördüm ama)Tebrikler.
Yorum Gönder