10 Ekim 2009 Cumartesi

The End...

Yine bir Dünya Kupası ve yine biz yokuz. Ne futbolcular ne de Fatih Terim kaybetti. Kaybeden sadece ve sadece bizleriz. Önce kura çekiminde, sonra da Haziran 2010'da büyük acılar yaşayacağız. E.Baliç dönemindeki jenerasyonu ile çok yaklaştıkları Dünya Kupası'na Dzeko'lu İbisevic'li kadrosuyla gidiyor Boşnaklar.

Ne yazıkki hepimiz başka milli takımları destekleyeceğiz dünyanın en büyük futbol organizasyonunda. Kırmızı-beyaz Türkiye forması yerine, İtalya'nın mavisini, Hollanda'nın turuncusunu tutacağız.

Arda Turan'ın bu turnuvada oynamasını çok istiyordum. Turnuvadaki oyunu ile Eylül 2010'da Avrupa'nın en önemli kulüplerinden birine transfer olabilirdi. Ama ne yazıkki olmadı...

İlerleyen günlerde Fatih Terim istifa etti, edecek şeklinde bol bol haber yazılıp çizilecek. Sivasspor'dan istifa eden Bülent Uygun'un milli takımın başına geçmek için istifa ettiği söylentileri ortaya atılacak (bunun gerçeklik payı olduğuna inanıyorum), Özgener tepkileri dindirmek için türlü yöntemler deneyecek. Ama bunların hiçbiri Haziran 2010'da Dünya Kupası'nda olmayacağımız gerçeğini değiştirmeyecek.

Borsa'da, Boşnaklar "var mısınız yok musunuz?" diye sordu bize. "Yokuz" deyip boynumuzu büküp döndük memlekete. İşte biz burada kaybettik...

Neyse, bu sinir ve üzüntüyle daha çok uzar bu muhabbet.

Biz en iyisi önümüzdeki maçlara bakalım (!)

Ümit = Fakirin Ekmeği

Yine bir Haziran ayında, yine bir Dünya Kupasında olmamak istemiyorum, millet olarak istemiyoruz. Çünkü sıkıldık artık, milli takımın turnuvada yer almadığı için kendimize başa bir ülke takımını seçip turnuva boyunca onları desteklemekten. Bu turnuvaya gitmemiz gerekiyor, gitmeliyiz, gitmek zorundayız.

Son iki maçımızı kazanacağımıza inanıyorum. Ne de olsa, bizde işler zora girdiğinde kenetlenir herkes. Ama ne yazıkki bu sefer bu kenetlenme yetmeyecek. Muhteşem Bosna forvetlerinin becereksiz maçlar çıkartacağı, Bosna savunması ve kalecisinin inanılmaz hatalar yapacağı maçlar oynanması için dua edeceğiz.

İçimden bir ses Estonya - Bosna maçının 0-0 berabere biteceğini söylüyor. Umarım yanılmam ve son maça kadar heyecan sürer.

Ümit fakirin ekmeği ne de olsa... (!)

Rooney - Portekiz ???

Capello harikalar yaratıp, Avrupa Şampiyonası yolunda İngiltere'yi kapı dışına iten Hırvatistan'ı her iki maçta da hezimete uğratıp aynı İngiltere'yi Dünya Kupası'na götürüyor. Defoe ve Rooney'in Gerard ile Lampard'ın katkılarıyla sırtladığı takım, tipik İngiliz futbolunu İtalyan Capello döneminde oynamaya başladı ve başarıya ulaştı.

Portekiz ise Dünya Kupası'ına gidememe olasılığı ile karşı karşıya ve kendi evlerinde oynadıkları üç maçı da kazanamış durumdalar. Bu akşam Macaristan ile oynayacaklar ve mutlaka 3 puan almak zorundalar. Oynadıkları futbolun temposuz ve yaratıcılıktan uzak olduğu düşünülürse C.Ronaldo'nun ayaklarına bakacaklar gibi duruyor.

İngiltere için işlerin yolunda gittiği, Portekiz için ise stres dolu günlerin yaşandığı bu günlerde Rooney'nin demeci gündemi değiştirdi.

"It would be nice to see Portugal not there. In the last two tournaments they've knocked us out and when we didn't qualify for Euro 2008, we got a lot of stick from Ronaldo."

Rooney son iki büyük turnuvada Portekiz'e elenmeleri ve Euro 2008'e katılamamaları spnrasında Ronaldo'nun dalga geçen sözlerine maruz kalmalarından dolayı hırs yapmış olacak ki Portekiz'in Dünya Kupası'na gidememeleri için dua ediyor.

Ronaldo'ya Rooney'in sözleri hatırlatıldığında, Rooney'in Portekiz'e karşı oynadığı maçlarda hiç galibiyet yaşamamış olmasından dolayı olsa gerek böyle bir demeç verdiğini, bunu aslında Portekiz'in gücünü vurgulayan güzel bir jest olduğunu düşündüğünü belirtmiş.

Bu saatten sonra, Portekiz'in Dünya Kupası'na giderek İngiltere ile karşılaşmasını umut ediyorum. İnşallah bu dileğim boşa çıkmaz ve kazananın Rooney mi Ronaldo mu olacağını görürür.

6 Ekim 2009 Salı

Azizcan Özdemir

Azizcan Özdemir Mersin Büyükşehir Belediyesi basketbol takımının bu sezonki yeni transferlerinden biri. 2.01 metre boyundaki forvet oyuncusunun bir kaç sezon içinde Beko Basketbol Ligi'nin önemli genç oyuncuları arasında kendine yer bulacağını düşündüğüm için biraz araştırma yapıp hakkında bilgiler topladım ve bu bilgileri sizlerle paylaşacağım.

Basketbola İzmir'de başlayan Azizcan, profesyonel basketbolcu olma yolundaki ilk adımlarını Tofaş'ın basketbol okullarında basketbol oynamaya başlayarak atmıştır. Tam bir basketbolcu fiziğine sahip olan Azizcan'ın, Efe Aydan'ın yarattığı başarılı Tofaş altyapısını transferi uzun sürmez. Ancak söz konusu dönemde daha 14 yaşında olması nedeniyle ailesi tarafından İzmir'e dönmesi için baskı yapılır, ve bu yüzden Bursa'yı ve Tofaş'ı bırakıp ailesinin yanına dönmeye karar vermesi sadece 15 gün sürer. İzmir'e döndüğünde Tofaş altyapısının O'nu istediğinin duyulması etkisini hemen gösterir ve İzmir Büyükşehir Belediye Spor'a transfer olur ve ilk sezonunu burada başarıyla geçirir. Sezon sonunda Tuborg'a geçerek 3 yıl bu takımın formasını terletip Yıldızlar Türkiye dördüncülüğü ve Gencler Turkiye şampiyonluğu kazanan takımın ayrılmaz bir parçası olur.

Üniversite sınavı sonunda İstanbul yolları gözüktüğünde, Daçka'ya transfer olur ve bu takım forması ile genç mili takıma seçilir. Avrupa dördüncüsü olan genç milli takımda kazandığı tecrübe ile 18 yaşını doldurduğunda ilk profesyonel sözleşmesini Daçka'yla imzalar. Daçka'daki 2 sezonu sonrasında ise TB2 Ligi takımlarından Işıkspor'a transfer olur ve 2 yıl da orada oynar.

Azizcan'ın ismi çoğu basketbolsever için geçtiğimiz yıl Avrupa Basketbol Şampiyonası'ndan sonra anlam kazandı. Barış Hersek ile birlikte Orhun Ene'nin vazgeçilmezleri arasında yer alıp, özellikle grup maçlarında genç millerimizi sırtlayan oyuncu oldu. Ancak Barış'ın sakatlığı ve milli takımdaki aşırı yorgunluk sonucunda çok iyi başladığımız turnuvayı dördüncü bitirdik.

Milli takımdaki bu performansı sonrasında geçen sezonu Beko Basketbol Ligi'nde geçireceğini düşünürken, bir sezon daha ikinci lig formasını giyeceğini öğrendiğimde hayal kırıklığına uğramıştım. Bu çocuktaki cevherin farkedilmemiş olması beni üzmüştü. Ama aslında Ahmet Kandemir tarafından farkedilmiş olduğu bu sezon başında Mersin Büyükşehir Belediye Spor'a transfer olması ile anlaşıldı. Sert kişiliği ve inatçılığı ile tanınan Ahmet Hoca'nın süzgecinden geçecek olmak büyük şans Azizcan için. Üstüne de önemli tecrübeli isimlerden (Asım Pars, Nedim Yücel, İnaç Koç gibi) profesyonelliğin püf noktalarını öğrenebilirse önünde uzun bir basketbol kariyeri duruyor.

Sakatlıksız, başarılı bir sezon geçirip yaptığım yorumlarda beni haklı çıkartır umarım (!).

Sabri Gururla Sunar...

Sabri Sarıoğlu Galatasaray taraftarının hem çok sevdiği hem de çok nefret ettiği tek futbolcudur. Maçtan önce tribünlere makara yapmak için çağrılır. Gelir yumruk şovunu yapar, selam verip saygıyla eğilir önümüzde. Tam geri dönerken de formasındaki Galatasaray amblemini öpüp şovunu tamamlar. Maç içinde de efsane hareketleri vardır. 40 metreden kaleyi bulma olasılığı %0.01 olan şutlar çıkartır, top çok farkla (!) auta çıkınca da sağ elini kaldırıp bütün stad ahalisinden özür diler.

Gerçekten çok ilginç bir adam. Türk futboluna olan katkıları yadırganamaz ve uzun süre unutulmaz. Genç takımlarda, profesyonel futbolcu olmak için çabalayan gençlere ders olarak okutulur, gösterilir yaptığı hareketler. Topa 40 metreden nasıl vurulmayacağı, Sabri'nin yaptığı muz ortaların yapılmaması gerektiği gibi görsel öğeler eğitimlerin ayrılmaz parçalarındandır.

Ama bu sene gerçekten bambaşka bir Sabri var. Allah nazarlardan korusun Deli Sabri'yi. Bu sezon oynanan maçların %80'lik kısmını (S.Graz maçının son 20 dakikası hariç) çok başarılı tamamladı. Galatasaray taraftarı da boş durmadı ve bu performansını muhteşem bir beste ile bütünleştirdi.

Bambaşka orta yapardı,
Farketmeden gol atardı,
Onu kimse anlamazdı,
Dikkat Sabri Sarıoğlu,
Dikkat Sabri Sarıoğlu,
Dikkat Sabri Sarıoğlu...

(melodi: Bu kalp seni unutur mu?)

Sabri'nin Türk futboluna yaptığı son ve en önemli katkıyı gururla sunuyorum. Avustralya Milli Takımı'nın değişmez oyuncusu, Leed United efsanesi, Liverpool ile şampiyonlar ligi şampiyonluğu yaşamış Harry Kewell'a çekirdek çitlemesini öğretiyor.

Helal olsun Sabri. Türk futbolu seninle gurur duyuyor.

5 Ekim 2009 Pazartesi

The Blues Festival (!)

Galatasaray'ın puan kaybettiği haftalarda genellikle maçtan hemen sonra ya komik filmler izlerim ya da çok zevkli bir maça denk gelmek için dua edip kumanda elimde maç ararım. Bu hafta da aynı seneryoyu hem yazdım hem oynadım kendi başıma.

Galatasaray'ın kaçırdığı gol pozisyonları Ankaragücü'nün habercisiydi aslında. Öyle de oldu. Ankaragücü golü bulduktan sonra herkes Galatasaray'ın yüklenmesini beklerken önce 2 sonra 3 oldu. Hem Galatasaray sevdalısı olan bizler şok yaşarken futbolcular ne olduğunu idrak edemediler. Ama bence bu 3 gol 1-0'lık mağlubiyetin aksine yarar sağlayacaktır takıma. Çünkü takımın toparlanması, futbolcuların kendilerine gelip hırs küpüne dönüşmelerine sebep olacak gerçekten önemli bir hezimet bu.

Maç sonrasında bozulan moralimi düzeltebilecek yegane olay Chelsea - Liverpool maçında oynanacak güzel oyun ve Chelsea'nin galibiyeti olacaktı şüphesiz. Nitekim, bu ümitlerle oturdum TV ekranına. Yanımda aslen Arsenal taraftarı olan ama bu maçta Liverpool galibiyetini isteyen arkadaşımla izlemeye koyulduk maçı. İlk yarı boyunca iki takım da birbirinin hatalarını kolladı, çok pas yapıp ara toplarla pozisyona girmeye çalıştılar. 30'uncu dakikadan sonra tempo yükseldikçe yükseldi, pozisyon sayısı arttı, az daha Chelsea gol bulup ilk yarıyı önde kapatacaktı.

İkinci yarının başlangıcında ise bambaşka bir görüntü vardı. İlk yarı boyunca cesaretle Chelsea üzerine giden Liverpool ilk 15 dakika içinde kendi sahasına kapanıp kontra ataklarla gol bulmaya çalıştı. Ama bu taktik tam olarak işlemeyince ilk yarıdaki futbollarına dönmeye çalışıp Chelsea üzerine yüklenmeye başladılar. İşte tam bu sırada kendi kurşunlarıyla (!) vuruldular. Chelsea uzun topla Drogba'yı buldu, Drogba nefis ortaladı ve Anelka gerçekten de muhteşem bir vuruşla tabelayı değiştirdi. Goool !!! diye bağırdıktan sonra Arsenal taraftarı arkadaşıma döndüm ve Anelka'nın Ribery ile birlikte Türk futbol tarihinin en büyük kayıpları olduğunu söyledim. Bu iki adam da gerçekten çok önemli çok büyük futbolcular ve ne yazıkki elimizde tutamadık bu değerleri. Ama eminim ki Frank Rijkaard gibi önemli bir isim olsaydı iki futbolcu da seve seve Türkiye'de futbol oynamaya devam ederlerdi.

Gol sonrasındaki bu kısa muhabbetten sonra tekrar konstantre olduk maça. Arkadaşım maçın böyle biteceğini düşünürken ben Chelsea'ye fazlasıyla güveniyordum ikinci gol için. Bu yüzden de canlı bahis oynayıp yüksek bir meblağ yatırdım ikinci golün Chelsea tarafından atılacağı bahsine.

İmdadıma 90.dakikada Drogba yetişti. 90 dakika koşan, aynı bileğine toplam 4 kez sert darbe alan Drogba, Liverpool savunmacılarının kendisini yere yıkma çabalarını hiçe sayarak tam da darbe aldığı bileğini kullanıp o kadar güzel bir pas çıkardı ki Malouda'ya, Malouda gol sonrasında Drogba'ya koşup saygısını iletti kendisine.

Chelsea Drogba'nın büyük katkısıyla Liverpool'un geçip liderliğe yükseldi, ve çok şükür ki moralimi yerine getirdi. Aceto blog sayfasında Drogba-Torres karşılaştırması için oylama yoluna gitmiş. Bence hiç gerek yok buna. Drogba Torres'e oranla iki kat daha kuvvetli ve sert bir golcü. Drogba ancak Rooney ya da Ibrahimoviç ile karşılaştırılmalı. Torres daha narin bir golcü ve bu yüzden Torres'in kalemleri Berbatov, Anelka gibi golcüler olmadı.

Güzel başlayan, kabusa dönüşen bir pazar günü için muhteşem bir son oldu.

Teşekkürler The Blues.