12 Mart 2009 Perşembe

İnanç + Azim + Hırs = Gurur Duyulacak Bir Takım

Kahvehaneden bozma bir pidecide, sigara dumanından bulanık gözüken bir ekran karşısında, kendini teknik direktör sanan 50 kişi ile birlikte... Futbol aşkı, takım aşkı öyle birşey ki, sigara dumanına bir dakika bile tahammül edemeyen ben, 90dk boyunca 15 senelik sigara dumanına maruz kalmayı önemsemedim.

Hamburg'un Bundesliga'da geçen haftasonu aldığı ağır yenilgiyi izledikten sonra biz bunları lokum gibi yer tüketiriz diye düşünmüştüm. Tek endişem Oliç'in Emre Aşık ve Hakan Balta'yı duman edebilme ihtimaliydi. Sağolsun, Hamburg hocası Oliç'i yedek soyundurması bu endişemi belli bir süre için bir kenara bırakmama yardımcı oldu.

Maçın başlamasıyla beraber, bu sezon Avrupa'da bir başka oynayan Galatasaray aldı sazı eline, ilk 25 dakika tüm kontrolü elinde bulundurup istediği gibi yönlendirdi maçı. 25 ile 30'uncu dakikalar arasında Hamburg baskıyı kurmuştu ki, Türk futbolunda çok ender gördüğümüz korner sonrası geliştirilen kontra atak sonrasında Arda'nın kötü pası ve Lincoln'ün kötü kontrolüne rağmen top Ayhan'ın önünde kaldı. Matador önünde kalan topu o kadar güzel bir vuruşla dürttü ki, gol olduğunda 50 kişi gooooolll diye bağırırken, yüzlerde şaşkınlık ifadesi hakimdi.

İlk yarı sonunda, sigara dumanına dayanamanın verdiği rahatsızlıkla kendimi kahvehane ortamının dışına attım. Hava alırken rastladığım bir iş arkadaşım ile konuşurken, ağzımdan "ikinci yarının ilk 10 dakikasında gol yemezsek bu maç 3-4 olur" lafları dökülüvermişti. Nasıl bir şom ağızlılıktır ki, ikinci yarı başladı ve 5 dakika içinde golü gördük kalemizde.

Golün hemen arkasından, Nonda'nın kaçırdığı pozisyon sonrasında, bunu ilerleyen dakikalarda aramamak için dua ederken, Emre'nin yaptığı faul, gördüğü kırmızı kart ve Lincoln'ün oyundan çıkartılarak, hiçbir Turkcell Süper Lig takımında yedek bile olamayacak Mehmet Güven'in girmesi, Nonda'nın kulaklarının çınlamasına yetti, hatta arttı bile.

Semih'i oyuna almayan Bülent Hoca'ya herkes sitem ederken, Hoca benden büyük takdir almıştı. Çünkü bu maçta ihtiyacımız olan şey tecrübeydi. Takımın en tecrübeli isimlerinin başında Kewell geliyordu. Oyuna Semih'in girmesi durumunda, büyük ihtimalle oyundan Kewell çıkacaktı. Kewell çıkmasa bile, orta sahadan savaşan oyuncalardan biri çıkartılacaktı. Kewell'ın stopere çekilmesiyle, sol kanattan etkili gelen Hamburg'un karşısına Barış ve Sabri çıkıyor, orta sahadan defans bloğunu delmeye çalıştıklarında ise, Mehmet Güven (hiç güvenmiyorum kendisine hala) ve Ayhan kolay geçiş imkanı vermiyordu. İşte bu sebeplerden dolayı, Bülent Hoca'nın yaptığı hamle bana göre çok mantıklı ve başarılıydı.

Nonda şişirilen topları tutmaya çalışıyordu, ama dönen topların hiçbirine basmıyordu. Ümit Karan değişikliği, oyuna biraz hareket getirdi. Hamburg savunması, daha hareketli ve kontra atağa daha yatkın olan Ümit karşısında ileriye çıkmakta zorlandı.

Galatasaray takım olarak inanılmaz savaştı, çok fazla güç sarfetti, futbolcular her topa en az iki kişi bastı, gözlerini karartıp her topa atladı. Ama takım içerisinde iki kişiye ayrı parentez açmak gerekiyor.

Birincisi, De Sanctis... En kritik anlarda en kritik topları çıkardı.

İkincisi ve bence takımın en iyisi Arda. Arda, muhteşem oyunuyla gecenin adamıydı. Aldığı her topa bastı, topu çizgiye götürdü. Tuttuğu her top bize en az 1-2 dakika kazandırdı. O kadar yoruldu, o kadar efor sarfetti ki, oyundan iki dakika geç alınsaydı saha kenarına yürüyemeyecek gibi gözüküyordu.

Maç bittiğinde ise, sahadaki inançlı, azimli, hırslı ve savaşçı Galatasaray izlemenin verdiği mutluluk ve gurur ile yağmurda ıslanmaya aldırmadan evimizin yolunu tutmuştuk.

Her bir futbolcuya teker teker, Büyük Kaptan ve ekibine, muhteşem bir destek veren ve takıma inanç aşılayan gurbetçi taraftarlarımıza her Türk'ün teşekkür etmesi gerekir.

19 Mart Perşembe günü, Ali Sami Yen'de bu hırsla mücadele edersen, çeyrek final imkansız değil. 4-5 arkadaş yemin etmiştik, çeyrek finale çıkmamız durumda deplasmandaki maça gideceğiz diye. Şimdiden parasal durumum hakkında hesaplamalar yapmaya başladım. İnşallah bu hesaplamalar boşa gitmez, Avrupa taraftar görür :).

8 Mart 2009 Pazar

Kanyon'da Revolutionary Road...

Nedenini anlayamadığım bir şekilde, üniversite hayatım boyunca bir kere bile cuma ya da cumartesi gece 12'den sonraki seanslarda sinemaya gitmedim. Ama okul bitip iş hayatı başlayınca kız arkadaşımın da yoğun baskısıyla (!) cuma ve cumartesi geceleri 00.30 seanslarını rutine bağladık. Bu seanslarda gittiğimiz filmlerde rutine bağlanan bir diğer şey de benim uykusuzluğa yenik düşmemdi. 3 yılda toplam 30 filme gitmişsek, bu filmlerden en az 20 tanesinde hatırladığım yenage kare ekranda beliren "dreamworks" yazısıydı. Genellikle gitiğimiz filmlerin sonlarında, "emreee" diye bir ses ve sallanan bir kortuk aracılığı ile uyandırılırdım.
Bu kadar tecrübe edinmeme rağmen, ne zaman sinemaya gitmeye karar verilse hala 00.30 seansına gidelim diye tutturuyorum. Geçtiğimiz hafta sonu da aynen böyle oldu. Cumartesi gecesi 00.30 seansına Kanyon'da Revolutinary Road'a alınan biletler...
Filme girmeden önce, Altın Küre ve Oscar'ın da etkisiyle Kate Winslet'in oyunculuğu konusunda kafamda bir sürü tilki dolaşıyordu. Filmin çok durgun sahnelerden oluştuğunun söylenmesi de uykuya yenik düşeceğim olasılığını yükseltiyordu. Salona girdiğimizde ise bitirici darbeyle yüzleşmek zorunda kaldım. Sam Mendes'in yönettiği L.Di Caprio ve oscarlı Kate Winslet'li bir kadrosunu olan bu filmin için sadece 6 biletli izleyici vardı.
Koltuğuma oturduğumda, uyku pozisyonumu alıp gözlerimi kapatmaya hazırlanırken film bir anda kendine çekiverdi beni. O kadar çok çekti ki, film bitene kadar bir an olsun bile sıkılmadım filmden. Filmin konusu, çekim hataları ya da diğer teknik konularda yorum yapmayacağım, ancak Kate Winslet'in April Wheeler rolündeki başarısı, O'nun The Reader filmindeki rolü ile aldığı oscar heykelini anasının ak sütü gibi hakettiğini gösterdi bana.
Issız Adam'ı kapalı gişe oynatan, soundtrack albümünün satış rekorları kırmasına neden olan Türk seyircisi, Issız Adam'ın Hollywood versiyonuna neden gitmez, hem de kadın başrol oyuncusunun 2009 yılında en iyi kadın oyuncu oscarını almış olmasına rağmen.
Belki de hata filmi Kanyon'da izleyen biz 6 kişidedir. Çünkü aynı gün aynı saatlerde aynı sinemada "Confessions Of A Shopaholic" kapalı gişe (!) oynuyordu...

Yok artık...

Blog sayfamda siyasetten bahsetmek istemiyorum ama Şişli sokaklarında öyle bir olayla karşılaştım ki , bunu paylaşmadan duramadım. CHP Şişli Belediye Başkanlığı için DSP Adayı Mustafa Sarıgül'ün (M.Sarıgül) karşısına Muharrem Sarıgül'ü (M.Sarıgül) çıkarmış.
Siyasetin geldiği hallere bakın. Seçmen oy kullanırken belki hata ile Mustafa Sarıgül yerine CHP adayı M.Sarıgül'e verir umuduyla yapılan siyasete.
Ne kadar etkili olur bilinmez ama Mustafa Sarıgül karşısındaki adayı görünce büyük ihtimal kahkahayı basmıştır.

Bülent Uygun Olmak

Bülent Uygun sezon başlamadan kendi kendine düşünüp nasıl antipatik olacağını bulmuş sanıyorum. Sezon başından beri kendisinden nefret ettiğimi belirtip durdum Galatasaraylı, Beşiktaşlı, Fenerbahçeli arkadaşlara. Bana inanmadıklarındaysa Sivasspor maçlarını takip edin ve mutlaka İstanbul'daki maçlarda canlı olarak izleyin Bülent Beyi dedim hep.

Beşiktaşlı arkadaşlarım İnönü'deki maçla, Galatasaraylı arkadaşlarım ise kupadaki ilk maçta anladılar ne kadar haklı olduğumu. Fenerbahçeli birkaç arkadaşımı ikna edemiyordum bir türlü. Bülent Uygun yardımıma yetişti ve Kadıköy'deki 2 maçta yapmaya çalıştığı şovlarda onları da kendinden nefret ettirmeyi başardı.

Bu haftaki Ankaraspor maçı sonunda hakem ile girdiği diyalog gösterdi ki, burnu iyice kalkmış. Kendisini Fatih Terim ya da Mourinho sanıyor... Birinin tutup kollarından sallaması, kendisine getirmesi lazım. Bu adam Sivasspor'un başında böyle tavırlar içerisindeyse, büyük bir takımı çalıştırsa neler olur kestiremiyorum. Allah bizi o günlerden korur inşallah.

Yazıyı, arkadaşlarıma Bülent Uygun'un antipatikliği anlatmaya çalışırken kullandığım formül ile bitirmek güzel olur.

Bülent Uygun =(Ahmet Çakar x Erman Toroğlu x fatih akyel) + volkan demirel + Ali Şen...